Maraş merkezli depremlerin ardından yaşanan yıkım ve açığa çıkan gerçekler toplumun ilk gündemi olmayı sürdürüyor. Ekonomik krizin yarattığı işsizlik, pahalılık, enflasyon gibi yakıcı sorunlar depremle birlikte ikincil plana itilmiş, toplumun ana gündemi enkaz altındakilerin yaşamı ve depremzedelerin yaşamsal olan ihtiyaçlarının karşılanması olmuştu. Depremle birlikte işçi ve emekçilerin zaten yaşadığı çok yönlü sorunlar daha da arttı.
Depremin ilk gününden itibaren tetikçi yandaş medya deprem gerçekliğinin üzerini örtmeye çalışsa da Saray rejimine muhalif kanallar deprem bölgesindeki yıkımı yansıtmak için çaba harcıyordu. Bir ay boyunca da RTÜK’ün kanal kapatma, program durdurma, para cezaları tehditlerine rağmen yapılan yayınlarda deprem gerçeğine dikkat çekilmeye çalışıldı. Ancak sorunların asıl kaynağı olarak Saray rejimine işaret eden ve dolayısıyla çözümü de seçimlere endeksleyen bir yaklaşımın darlığı çok geçmeden açığa çıktı.
İYİP şefi Meral Akşener’in Altılı Masa’daki çıkışı, “muhalif” kanalların tamamının gündemini değiştirdi. Deprem kentlerinde yapılan yayınların yerini düzen partilerinin önünden yapılan yayınlar aldı. Deprem bölgesindeki ihtiyaçlar ve Saray rejiminin bölgeye dönük politikalarında değişen hiçbir şey olmamasına rağmen ekranlarda hızla düzen muhalefetinin hesapları, anketler, senaryolar, görüşme trafikleri tartışılmaya başlandı. Oysa ki depremin yıkıcılığı ve emekçilerin sorunları orta yerde durmaya devam ediyor. Buradan da anlaşılan o ki, depremin ardından açığa çıkan sadece Saray rejiminin kepazelikleri değil, sömürü üzerine kurulu bu düzenin tüm kesimleriyle emekçilerin sorunlarına çözüm olamayacağıdır.
Tribünlerden emekçi mahallelerine dek toplumun gündemi deprem ve sonuçları olmaya devam ediyor. Ancak buna rağmen düzen muhalefetinin sözcülüğünü yapan mecralar ve reformist solun gazete manşetlerini Akşener’in çıkışı meşgul etti. Gündem tribünlerde yaşanan ırkçı saldırıların ve deprem bölgelerindeki durumun önüne geçerek değiştirilmeye çalışıldı.
Haber kanallarında yapılan tartışmalarda “deprem bölgesini unutmayalım” diyerek söze başlaması ise bir başka ikiyüzlülük örneği olarak yansımaktadır. Bu tartışmaları öne çıkarmakla yaratılan durum, depremin neden olduğu yıkımın ve insan kıyımının asıl kaynağını saptırmaktır. Korkulan ise depremle birlikte açığa çıkan öfkenin tepkiye dönüşme ihtimalidir. Tüm siyasi özneler, son bir ayda yaşananların toplumsal mücadele dinamiklerini tetikleyebileceğinin farkındalar. Öte yandan kendi varlıklarının da bu çürümüş düzenin akıbetine bağlı olduğunu gayet iyi bilmektedirler. Bu yüzden mevcut düzeni sarsacak bir toplumsal öfkeden tıpkı Saray rejimi gibi korkmaktadırlar. Halbuki düzen muhalefetinin vaatlerinin karşılanması bile fiili-meşru mücadelenin seyrine bağlıdır.
TV ekranlarını Akşener’in çıkışı kadar meşgul etmeyen temiz su ve barınma sorunu deprem bölgesinin en yakıcı ihtiyacı olarak orta yerde duruyor. Bir bardak temiz suyun ihtiyacını da yağmurun, soğuğun, aç açıkta olmanın da ölüm ve ihmalin ne olduğunu da en iyi işçi ve emekçiler bilir. Aynı şekilde en ufak hakların dahi nasıl söke söke, dişle tırnakla sökülüp alınabildiğini de yine işçi sınıfı kendi mücadele tarihinden bilir. İşçi ve emekçiler depremzedelerin yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasını kendi haline bırakmadan, yaraların sarılabilmesi için örgütlü mücadele yükseltmelidir. Zira bir bardak temiz su için verilecek örgütlü mücadele son dönemlerde hiç olmadığı kadar elzemdir. Kefenle gömülmenin lüks olduğu bu çürümüş düzeni değiştirebilmek işçi ve emekçilerin düzen muhalefetinin vaatlerine kulak asmadan kaderini ellerine alarak mücadeleyi yükseltmesine bağlıdır.
K. Düşgör