Sermaye devleti kuruluş yıllarından itibaren gelişen devrimci mücadelelerin önünü kesebilmek için kanlı katliamlar gerçekleştirdi. Mustafa Suphiler Karadeniz sularında boğularak, Denizler darağacında, Mahirler Kızıldere’de, İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır zindanında düzenin eli kanlı cellatları tarafından katledildiler.
Sermaye devleti azgın saldırganlık ve katliamlarla devrim mücadelesini bitirebileceğini sandı. Suphilerden bugünlere mücadele bayrağı elden ele geçti ve mücadele kararlılıkla sürdürüldü. Saldırı ve katliamların eksik olmadığı, katliamlara karşı direnişlerin boy verdiği alanlardan biri de devrimcilerin tutsak edildiği hapishaneler oldu.
Sermaye devleti, tutsak ettiği devrimcilerin iradelerini teslim alabilmek amacıyla hapishanelere yönelik saldırılarını özellikle 12 Eylül askeri-faşist darbe döneminde hızlandırdı. Darbenin ardından devrimcilere tek tip elbise giydirilmek istendi. Devrimciler iradelerine yönelik saldırıya karşı bedenlerini açlığa yatırarak direndiler ve cuntacıları yenilgiye uğrattılar.
Darbe sonrası bitmek bilmeyen saldırılar 90’lı yılların başlarında devrimci tutsakların tek kişilik hücrelere kapatılması ve tecrit politikasının uygulanması hedefiyle devam etti. Devrimci tutsaklar tekrar tekrar direnişe geçerek, tecrit politikasının hayata geçirilmesine geçit vermediler. ‘96’daki ölümüne direnişle devlete geçici süreliğine geri adım attırmayı başardılar.
Hapishanelerin devrimci direniş mevzilerine dönüşmesini hazmedemeyen devlet, bulduğu her fırsatta provokasyonlar yaratarak, devrimci tutsakların üzerine gitmeye devam etti. Her saldırı karşısında direniş yolunu tutan devrimci tutsaklar, teslimiyeti reddettikleri gibi, hapishaneleri de devrimci eğitimin ve gelişimin okullarına dönüştürüyorlardı. Nitekim devletin hapishanelere yönelik saldırısının başlıca nedenlerinden biri de devrimci kadroların gelişerek dışarıya çıkmaları, mücadeleyi devam ettirmeleriydi.
Sermaye devleti ‘90’lı yıllar boyunca devrimci tutsaklara vahşet boyutlarına varan saldırılar ile yüklendi. Zira düzen sadece devrimcileri hapsetmekle yetinmiyor, devrimci kadroların idarelerini teslim alarak, tüm mücadele dinamiklerini ezmeyi amaçlıyordu. Bu çerçevede 90’lı yılların sonlarına doğru hapishanelere yönelik saldırılara hız verildi. Devrimci tutsakları F tipi hapishanelere yerleştirmek ve iradelerini teslim alabilmek amacıyla saldırılar katliam boyutuna vardırıldı. F tipi hücrelere geçişin yolunu düzlemek için 26 Eylül 1999 sabahında Ulucanlar hapishanesi vahşi bir katliamla kana boyandı. Saldırıya karşı bedenlerini siper eden devrimci tutsaklar, devrimin şanlı bayrağını bir kez daha onurla dalgalandırdılar.
Ulucanlar’da on devrimci tutsağı katleden, onlarca devrimcinin de çelik iradesi karşısında yenilen devlet, katliamdan sonra F tipi hücre hapishanelerin inşasını hızlandırdı. Gündemde olan büyük saldırıya karşı üç devrimci örgütten tutsaklar önden direniş başlatmak yolunu tuttular. 2000 yılının 20 Ekim’inde yüzlerce devrimci tutsak bedenlerini açlığa yatırarak direnişe geçtiler.
Devrim mücadelesini bastırmak ve devrimci iradeyi teslim alabilmek amacıyla devletin tepesi teyakkuza geçmişti. O dönem sahnenin önündeki isimler Başbakan Bülent Ecevit, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. Fakat arkada tüm düzen güçlerinin kanlı iş birliğine dayalı karanlık planları işliyordu.
Sermaye devletinin en yetkili mercilerinin karanlık üslerde planladığı katliam saldırısının startı 19 Aralık’ta verildi. 19 Aralık sabaha doğru dozerlerle, kimyasal gazlarla, makinalı tüfeklerle, bombalarla, binlerce asker ve özel kuvvetle 20 farklı hapishaneye “Hayata Dönüş Operasyonu” adıyla saldırı gerçekleştirildi. Katliam saldırısında 28 tutsak katledildi, yüzlerce devrimci diri diri yakılmak istendi. Dozerler ile girilen hapishanelerde tutsakların bedenleri parçalandı. Devlet vahşi bir katliama daha imza atarken, devrimci tutsaklar devrim davasına leke sürdürmeyerek bir direniş manifestosu daha yazdılar.
Katliam saldırısı sonrasında tutsaklar F tipi hapishanelere kapatıldılar. Ancak devrimci tutsakların iradesi ve mücadele azmi teslim alınamadı. Devlet katlederek yok etmek istediği devrimci irade karşısında moral açıdan bir kez daha yenik düştü.
19 Aralık katliam ve direnişinin haftalar öncesinde devletin en yetkili konumundaki kişilerin sık sık bir araya gelmeleri ve dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın katliamın ardından yaptığı konuşmada bir yıldır hazırlandıklarını söylemesi, katliamın planlı olduğunun kanıtı niteliğindeydi.
Devlet devrim mücadelesinin öncüleri olan devrimci tutsaklara bir kez daha vahşi bir şekilde saldırmış ve karşısında da Ulucanlar’da yaratılan direniş kararlılığını görmüştü. Tutsakların, vücutları yanarken, kurşunlar sıkılırken attıkları “Biz kazanacağız!” sloganı devrimcilerin ölümsüz, devrim davasının ise yenilmez olduğunu dosta düşmana bir kez daha göstermişti.
19 Aralık katliam ve direnişinin üzerinden 21 yıl geçti. Sermaye devleti aradan geçen yıllar içerisinde devrim tutsakların iradelerini teslim alabilmek ve devrim mücadelesini engellemek için çeşitli saldırıları hayata geçirmeye devam etti. Tek tip elbise dayatmasının tekrardan hayata geçirilmek istendi, fakat devrimci tutsaklar iradeleri ile buna geçit vermediler. Tecrit koşullarının yoğunlaştırılmasına, salgın koşullarında yaşam ve sağlık haklarının tehlikeye sokulmasına rağmen devrimci tutsaklar iradelerinden ödün vermeyerek devrim davasına sahip çıktılar.
Güncel olarak hapishaneleri yönelik saldırıların bir ayağını da hasta devrimci tutsakların halen daha içeride tutulması ve yaşam haklarının engellemesi oluşturuyor. Ulucanlar’da, 19 Aralık’ta vahşi saldırılar ile devrimcileri katledenler şimdi de devrimci tutsakların sağlık ve muayene hakkını engelleyerek, devrimcileri hapishanelerde katletmeye devam etmektedirler.
90’lardan bugünlere devletin hapishanelerdeki her türlü azgın saldırısına karşı devrimci irade teslim alınamıyor, devrim mücadelesi inatla sürdürülüyor. Katliamlarda ölümsüzleşen devrimcilerden devraldığımız bayrağı daha yükseklere çıkarmak ve katliamcı sermaye devletinden hesap sormak için mücadeleyi büyütme sorumluluğu ise tüm yakıcılığı ile önümüzde duruyor.
K. Sönmez