Covid-19 bir savaşı geçici de olsa durdurdu. Suudi Arabistan ve ortakları 8 Nisan’da 14 günlük bir ateşkes ilan ettiler. Ateşkesin bitiminde tarafların nasıl bir tutum içinde olacakları ve nasıl bir karar verecekleri merak konusu.
Yaklaşık beş yıl önce, Birleşik Arap Emirlikleri’yle el ele veren Suudi Arabistan’ın Savunma Bakanı prens Muhammed bin Selman, başkent Sana’yı ele geçiren Husileri püskürtmek amacıyla ve birkaç hafta içinde bitirilmek üzere bir savaş başlattı. ABD’nin her türden desteğini arkasına alan çiçeği burnunda prens, bölgeye ilişkin bir gelecek vizyonu ile hareket ediyor ve köhnemiş Vahhabi ideolojisini birlikte olduğu Hollywoodlu soytarılarla birlikte temize çekeceğini sanıyordu. O Vahhabi gericiliğidir ki kurulduğu günden bu yana bölge halklarının başına belalar açmış ve emperyalistlerin elinde kullanışlı bir oyuncaktan başka da bir şey olmamıştır.
Ne var ki Yemen halkının direnişi ve prensin ortaklarının uzayan savaş içinde farklı bir stratejik tutum takınmaları haftaları yıllara çevirmiş ve Suudileri ekonomik olarak savaşı finanse edemez hale getirmiştir. Yanı sıra, prensin sözde “itibarını ve gücünün sınırlarını da” ortaya çıkarmıştır. Geride kalan beş yıllık zaman dilimi içerisinde Suudi Arabistan, Yemen’i yerle bir ederek 12 milyon insanı yardıma muhtaç hale getirmiş de olsa savaşı kazanamayacağını nihayet anlamış görünüyor. Şayet böyle değilse, Suudiler bu ateşkesi bir soluklanma ve daha kapsamlı bir saldırı planının manevrası olarak değerlendireceklerse, Yemen bu çağdışı Vahhabi saltanatının ve ortaklarının Vietnam’ı olmakla kalmayacak, bütün bir Körfez’i tutuşturmaya adaydır.
Kimi kaynaklar, kendi sınırlarının kontrolünün ve Husiler’in saldırısına uğramayacağının garanti edilmesi durumunda Suudi rejiminin çekileceğini ve savaşa son vereceğini söylüyor olsalar da bunlar doğrulanmaya muhtaç bilgilerdir. Tarihsel tecrübe, bir savaşı başlatmak kolay olsa da bitirmenin o kadar kolay olmadığını söylüyor. Suudi rejimi, Yemen’de uluslararası diğer güçlerin de tanıdığı resmi başkan sıfatındaki Mansur el-Hadi güçleriyle, yani merkezi hükümetle ortak hareket ediyor ve “meşruluğunu” da buradan alıyor. Büyük bir teknolojik ve finansal üstünlüğe rağmen yakıp yıkmanın ötesinde, bırakınız bir santim ilerlemeyi, kendi güney sınırını dahi koruyamaz hale gelmiş olanların kazanabileceği bir savaş yoktur.
Husiler’in son ateşkes öncesi stratejik Cevf Bölgesi’ni ele geçirmeleri ve ardından zengin petrol kaynaklarıyla bilinen Marip’i kuşatmaları, Suudi Arabistan ve ortaklarını anında ateşkese zorlamıştır. Bu hamlenin ardından Husiler’in sözcüsü, bir TV kanalında büyük bir özgüvenle, “ellerindeki 5 Suudi rehineye karşı, Suudi Arabistan cezaevlerinde tutulan 60’ın üzerinde Filistinli tutsağı takas etme”yi teklif etmiştir. Bununla da kalmamış, “Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın en az İsrail kadar tehlikeli olduğunu” söyleyerek, Ortadoğu halkları nezdinde büyük bir teşhir faaliyeti yürütmüştür. Devamında, “Filistinli politik tutsakların biricik ortak suçunun Gazze’de Hamas’a yardımcı olmak olduğunu belirterek, Filistin halkının mücadelesiyle sonuna dek dayanışma içinde olacaklarını” ifade etmiştir. Söyleneneler sıradan şeyler değildir. Bu sözler, “güçlünün” ateşkesine “güçsüz” ama haklı olanın verdiği cevap olması itibariyle tarihi bir öneme sahiptir. Hem de kimin söylediğinden bağımsız olarak…
Yemen’de birkaç farklı grup merkezi hükümet ve ortaklarıyla çatışma halindedir. Birinci ve en güçlü grup, ülkenin kuzeybatısında oldukça etkin ve egemen olan Husiler’dir. Mezhepsel kimlik olarak İslam’ın Şii kolundan olmaları, sürekli bir biçimde İran’la ilişkilendirilmelerine yol açmıştır. Talepleri daha çok geniş bir özerklik olarak tanımlanabilir.
İkinci grup orta-güney olarak tanımlanan Abyan, Marib ve Sbuvve vilayetlerinde etkin olan, Yemen ve Suudi El-Kaidesi’nin birleşmesiyle kurulan Ayek’tir. Amaçları şeriat devleti kurarak hilafet merkezi ilan etmektir.
Üçüncü grup, Abyan bölgesinde etkin olan Ensar El Şeria’dır. Ayek’le ilişkileri çok muğlak olduğu için onun bir parçası olarak görenler de var, aksini düşünenler de. Sünni İslam’ın en radikal yorumunu yapan silahlı selefi bir örgüttür.
Dördüncü grup ise, El Herak’tır (Güney Hareketi). Merkez üssü eski Güney Yemen’in başkenti Aden olan El Herak bir cephe olarak da görülebilir. Güneyin istisnasız bütün hareketlerini kendi içinde barındırdığı gibi, programı konusunda da çok bir netlik bulunmamaktadır. Bağımsızlıktan federasyona ve özerkliğe kadar yer yer farklı talepler gündeme getirmekle beraber, bu konuda oldukça muğlak bir tutum sergiliyorlar. Kendi içinde yaşadığı bir dizi zaafa rağmen “Güney Hareketi” yine de kendi içinde ilerici ögeler barındırabiliyordu, ta ki Birleşik Arap Emirlikleri’yle flört etmeye başlayıncaya kadar. Son iki yıl içinde müttefiklerinin akıttığı petro-dolarlar kafaları daha da karıştırmış olmalı ki bağımsızlık talebi daha bir baskın hale gelmiş görünüyor.
Oysa El Herak ve Husiler merkezi hükümete karşı daha önce de defalarca isyana kalkışmış ve taleplerini “onurlu Yemen vatandaşları olarak görülmek istiyoruz” diye formüle etmişlerdi. Şii kimlikleri üzerinden Husiler, eski sosyalist kimlikleri üzerinden de Güneyliler ayrımcılığa uğruyor ve aşağılanıyorlardı. Aslında başlangıç itibariyle hem Husiler’in hem de Güneyliler’in talepleri yine de bu minvaldedir. Yani bir parça “demokrasi” ve sıradan vatandaşlık haklarıdır. Merkezi hükümetin başvurduğu şiddet oranında hakimiyet kaybı yaşaması ve dışarıya bağımlı hale gelmesi iç savaşın bütün dengelerini değiştirmiştir. Dışarıdan yapılan müdahalelerin de etkisiyle bu akımlar ülkenin demokratikleşmesi için mücadele etmektense, ülkeyi parçalamayı tercih eder bir hale gelmiş, getirilmişlerdir. En azından Güney Hareketi’nin dış müdahaleye karşı ve ülkenin demokrasi mücadelesi için oynayabileceği ilerici bir rol olabilirdi. Ne yazık ki bugün itibariyle böylesi bir olanak ya da seçenek yok denecek kadar az, hatta hiç yoktur.
Muhalefetin en güçlü temsilcisi olarak savaşı belirleyen kuvvet Husiler’dir. Jeopolitik olarak Suudiler’in güneybatısını tutan bu aşiret Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas’la da çok iyi ilişkilere sahiptir. Silah ihtiyacının ve askeri eğitimin neredeyse tamamı bu örgütlerin yaratmış olduğu imkanlar üzerinden yürümektedir. Çok iyi bir lojistik ağı olan bu örgütlerin deneyimleri Husiler için zafere giden yolun anahtarı olmuştur.
Bölge halkları için, Vahhabi İslam’ın büyük darbe aldığı ve etki alanının gerilemeye başladığı yepyeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Yarım asırdır gericilik ihraç eden bir çıban, Yemen’de içine düştüğü bataklıktan kolayından kurtulamayacak ve ağır bir bedel ödeyecektir.
Öncelikle, Suudi gericiliğinin özellikle 1960’lı yıllardan itibaren finanse ettiği Vahhabi-Selefilik Pakistan’dan Balkanlar’a kadar etki alanı yaratan bir rabıtaya dönüşmüş de olsa altın yıllarını geride bırakmıştır. Aynı yıllarda ittifak kurduğu Husiler’in imamları üzerinden Kuzey Yemen’i etki altında tutan Suudi Arabistan bugün farklı saiklerle de olsa (düşünsel anlamda çok farklı olmasa da) düşman pozisyonundadır. Tek geliri petrol ve onun yan ürünleri olan bir ülkenin ve Körfez’in tamamının OPEC üzerinden Rusya’ya ayar vermeye çalışırken içine girmiş olduğu bunalım kolayından atlatılabilir cinsten değildir. Eski dost yeni düşman Husiler’in roketleri başkent Riyad’da patlarken, “Saraydan Kız Kaçırma” operası dinleniyorsa o savaş çoktan kaybedilmiştir. Rivayet odur ki kesin miktarı belli olmamakla beraber yüz milyarlarca dolarlık bir savaş harcaması olmuş kral hazretlerinin. Bu, kaldırılabilir türden bir macera değildir. Olur da iki gün sonra savaşa devam kararı alırsa bu savaşın finansmanı Riyad’da yeni saray darbelerine kadar gider ve ağabeyi Trump ile damat Jared Kushner de prensi bir anda ortada bırakıverirler. Tarihte bunun bolca örneği vardır ve Vahhabi aklı da buna oldukça yatkındır. Zira her şeyini borçlu olduğu bir mekanizmadır söz konusu olan.
Suudi Arabistan bölge gericiliğinin finansman kaynağıdır ve kendini İslam’ın kutsalları üzerinden bölgenin sahibi olarak görür. Her ne kadar buna denk düşecek bir vizyondan yoksun da olsa arzular şelaledir. Başta Filistin sorunu ile ilgili olarak İsrail siyonizmiyle yaşadığı gizli aşk olmak üzere, Irak’ın işgali ve Suriye’de oynadığı uğursuz roller, bölge halkları tarafından asla affedilmeyecektir.
Son tahlilde son sözü, her yerde olduğu gibi bu savaşta da haklı ve direnenler söyledi ve söyleyeceklerdir. Yüzyıllardır Ortadoğu halklarını gericilikle kuşatıp köle haline getirenler de er ya da geç tarihin çöplüğündeki yerlerini alacaklardır.