“Arap Baharı” olarak adlandırılan halk hareketleri 2011 yılında Tunus’tan başlayarak birçok Arap ülkesine yayıldı. Tunus ve Mısır’da on yıllardır iktidarda olan diktatörleri deviren halk hareketleri, kısa sürede Yemen, Bahreyn ve Libya’yı da etkisine aldı. Son durağı da Suriye oldu.
Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler başlarda halk hareketlerini uzaktan izleme görüntüsü verdiler. Belli bir aşamadan sonra, özellikle Mısır ve Tunus’ta çürümüş diktatörlerin gitmesini kendi stratejik çıkarlarına daha uygun bularak kısmen destek sundular. Fakat emperyalistler bu tutumlarını Libya, Yemen ve Suriye’de sürdürmediler. Öncekilerin sağladığı deneyimleri de arkasına alan emperyalistler, bu ülkelerde özgürlük talepleriyle başlayan meşru halk hareketlerini kısa sürede manipüle ederek yolundan saptırdılar. Libya, Yemen ve Suriye’de haklı ve meşru bir temelde başlayan kitle hareketleri, emperyalistlerin kışkırtmasıyla bir süre sonra silahlı çatışmalara dönüştü. Söz konusu hareketler böylece bir süre sonra sahneden çekilirken, çeşitli silahlı gruplar ile hükümet güçlerinin gittikçe tırmanın çatışmaları da iç savaşa evrildi.
10 yıllık savaşın korkunç bilançosu
Suriye ve Libya’da sürecin nasıl seyrettiği biliniyor. Emperyalistler ve bölge gericiliği tarafından beslenen, eğitilen ve donatılan çetelere mensup on binlerce cihatçı Suriye’yi ve Libya’yı yakıp yıktı. Suriye’nin yakılıp yıkılmasında baş rolü Türk sermaye devleti oynadı. Binlerce cihatçı ve onların kullandıkları silahlar Türkiye üzerinden Suriye’ye taşındı. Modern zamanların gördüğü bu en barbar vahşet sürüsü için Türkiye bir lojistik üs görevi gördü. Türkiye’de tedavi edildiler, eğitildiler ve savaşa sürüldüler. Emperyalistlerin yönetiminde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi gerici bölge devletlerinin aktif ve fiili desteğiyle Suriye korkunç bir yıkıma uğratıldı.
2011 yılında başlayan Suriye savaşında, geride kalan on yılda ülkenin önemli bir kısmı yerle bir edildi. Savaştan önce yaklaşık 23 milyon olan ülke nüfusunun yarıdan fazlası, resmi verilere göre 12 milyon civarında insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. Yine kesin olmayan rakamlara göre yaklaşık 400 bin insan hayatını kaybederken, 6 milyondan fazla insanın ülkeyi terk ettiği ve mülteci konumuna düştüğü ifade ediliyor. İç savaşta yaklaşık 7 milyon insanın kamplarda yaşamak zorunda olduğu belirtiliyor. Bunu, cezaevlerinde hayatını işkence altında ve açlıktan ölerek kaybeden on binlerce insan; hala cezaevlerinde olan ve sayıları yüz bine yaklaşan tutsak; kayıp olduğu söylenen ve sayıları 200 bin olduğu tahmin edilen insan tamamlıyor. Normal zamanlarda bile resmi verilerin doğruluğu tartışmalıyken, Suriye koşullarında savaşın bilançosuyla ilgili verilen rakamların gerçekliği yansıtmadığından, yaşanan yıkımın çok daha ağır olduğundan kuşku yoktur.
Savaşın yol açtığı yıkımın birinci dereceden mağduru, toplumun en savunmasız kesimi olan çocuklar, kadınlar ve yaşlılardır. Milyonlarca insanın yaşadığı kamplarda kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, tecavüz ve işkence gibi günlük vakalar gittikçe artmaktadır. Alan Kurdi’nin Bodrum sahillerine vuran cesedi, dünyada yaşanan mülteci dramının simgesi olmuştu. Bu yılın mayıs ayında, İdlib’deki bir mülteci kampında yürekleri dağlatan benzer bir başka olay daha yaşandı. Kampta babası ve ablasıyla yaşayan 6 yaşındaki kız çocuğu Nahla Osman, kampın dışına çıkmasın diye babası tarafından zincirle bağlanıyordu. Bir gün onu baygın bulan komşuları alıp hastaneye götürdüler. Günlerdir aç olan Nahla kendisine verilen yemeği aceleyle yerken boğularak öldü. New York Times aracılığıyla dünyaya duyurulan bu trajik olay, mülteci çocukların yaşadıkları drama bir kez daha ayna tuttu.
Suriye’de 10 yıl önce meşru temelde ve “değişim” talebiyle başlayan halk hareketi emperyalistler ve yerli işbirlikçilerin elinde, ülkeyi yakıp yıkmanın, talan etmenin ve parçalamanın aracına dönüştürüldü. Suriye tam on yıldır, emperyalist güçler ile bölge gericiliğinin hegemonya savaşına sahne oluyor. Gelinen yerde Suriye fiili olarak üç parçaya bölünmüş bulunuyor. Ülkenin üçte ikisi, Rusya ve İran’ın desteklediği Şam yönetimin denetiminde. ABD, AB ve Türkiye destekli cihatçı çeteler, son kaleleri olan İdlib başta olmak üzere ülkenin kuzeybatı bölgelerini kontrol ederken, Rojava özerk bölgesi olarak bilinen kuzeydoğuyu ise Kürtler ABD ile birlikte kontrol ediyorlar.
Aç köpekler gibi Suriye’nin başına üşüşen, ülkeyi yakıp yıkan, parçalayan ve alt yapısını tahrip eden emperyalistler ve uşakları, bununla yetinmediler. Aynı zamanda ülkenin tüm zenginliklerini yağmaladılar. Petrol, tarihi eserler, fabrikalar, tekstil, zeytin, zeytin yağı, buğday, patates -ellerine ne geçtiyse el koydular ve haraç mezat sattılar. Yıkımda olduğu gibi, yaşanan yağmanın da baş faili, dinci-faşistlerin yönettiği Türk sermaye devletidir. Yaşanan yağmanın boyutu, gündemdeki Sedat Peker’in ifşaatlarıyla bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. Halep’te ve başka bazı kentlerdeki binlerce fabrika sökülerek ve makineleri parçalanarak kimi Türk “iş adamları” marifetiyle Türkiye’ye getirildi ve hurda niyetine satıldı. Yaşanan yağmanın, talanın ve hırsızlığın haddi hesabı yok.
ABD’ye biat etmeyen ülkelerin başında gelen Suriye, geçmişten beri dünya jandarmasının “kara listesi”nde yer alıyordu. Beşar Esad rejimi 2000’li yılların sonuna doğru ABD’ye boyun eğdiği halde, Tunus-Mısır olayları sonrası süreçte onun hışmından kurtulamadı. ABD ve uşakları 10 yıllık savaşta Suriye’yi yere sermeyi başarsalar bile, Suriye halklarına diz çöktürmeyi ve teslim almayı başaramadılar. Beşar Esad, etkin bir şekilde sahaya çıkan Rusya ve İran gibi güçlerin de desteğiyle ayakta kalmayı başardı. Amerika, Batılı emperyalistler ve başta Türk sermaye devleti olmak üzere, bölge gericiliği, kendileri için yenilgi anlamına gelen bu durumu kabullenemiyorlar. Ambargoyla, işgalle, cihatçı çetelere destekle, her türlü komplo ve iftira ile bu yaralı ülkenin tekrar ayağa kalkmasını önlemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Halkların baş düşmanı olan bu aynı güçler, son yapılan seçimleri de tanımadıklarını ilan ettiler. Tüm elverişsiz koşullara rağmen, Mayıs 2021’de Suriye’de seçimler gerçekleştirildi. Resmi açıklamalara göre Beşar Esad %95 gibi ezici bir çoğunlukla seçimleri kazandı. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya yaptıkları ortak bir açıklamayla, seçimleri “demokratik ve adil” olmadığı gerekçesiyle tanımadıklarını ve meşru görmediklerini ilan ettiler. Rojava özerk bölgesi ise Kürtlerin en meşru taleplerine asgari düzeyde dahi karşılık vermeyen Esad rejimine tepki olarak seçimlere katılmayı reddetti.
Emperyalistler açısından bir ülkeyi yakıp yıkmak, cihatçı sürüsüne destek vermek, zenginliklerini yağmalamak meşru, ama onlara rağmen yapılan seçimler ve ortaya çıkan “halk iradesi” meşru değil. Yani demek istiyorlar ki, emperyalistlerin kirli ve kanlı çıkarlarına hizmet etmeyen hiçbir şey meşru değildir. Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad emperyalistlerin bu küstahlığına, “Amerika’daki seçimlerden bin kat daha iyi” diyerek cevap verdi.
Savaşın yıkımını açlık tamamlıyor
Savaşta altyapısı tahrip olan Suriye’de özellikle sanayi üretimi neredeyse durma noktasına geldi. Ülke ekonomisi 2019’dan bu yana ağır bir kriz yaşıyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, ABD 2020 yılı yazından bu yana, “Sezar Yasası” olarak bilinen, “Suriye Sivil Koruma Yasası” aracılığıyla Suriye’ye ambargo uyguluyor. Ambargo ekonomik krizin daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açıyor.
Suriye bir yandan savaşın yaralarını sarmaya çalışırken, diğer yandan da ülkede baş göstermeye başlayan açlık sorunuyla boğuşuyor. Suriye’nin özellikle Şam yönetiminin denetimi dışındaki kuzey bölgeleri dışarıdan gelen yardımlara bağımlı durumda. Birleşmiş Milletler’e bağlı çalışan Dünya Gıda Programı (WFP), Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Alman Açlıkla Mücadele Örgütü (Welthungerhilfe) gibi kuruluşların en son raporlarına göre, özellikle bazı bölgelere acilen yardım edilmezse “insani felaket”lerin yaşanmasının kaçınılmaz olduğu ifade ediliyor.
Söz konusu kuruluşların raporlarına göre, ülke nüfusunun yüzde 60’ına denk düşen, toplamında 12,4 milyon insan yetersiz beslenme veya açlık riski ile karşı karşıya bulunuyor. Bu rakam bir önceki yıla göre 4,5 milyon kişi daha fazla. İnsanlar sürekli yer değiştirdikleri için, sürekli yükselen gıda fiyatlarına para yetiştiremiyorlar. Enflasyon gittikçe yükseliyor. Fiyatlar geçen yıla göre %247 arttı. En dramatik yer, 2,4 milyon insanın yaşadığı ve cihatçı çetelerin denetlediği Kuzeybatı Suriye. Uluslararası Af Örgütü, yardımların kesilmesi durumunda 1 milyondan fazla insanın besin, su, ilaç ve korona aşısından mahrum kalacağı konusunda uyarıyor.
Ülkede bu sene yaşanan kuraklık da açlık tehlikesini büyüten bir rol oynuyor. Suriye’de bu sene yüzde 30 ile 80 arası daha az yağış kaydedildi. Kuraklık özellikle ülkenin “tahıl ambarı” olarak bilinen Rojava bölgesinde bu yıl buğday hasadının %45 azalmasına yol açmış bulunuyor. Ülkede yaşanan akaryakıt sıkıntısından dolayı sulama yapılamıyor. Fırat nehrindeki su seviyesi rekor derecede düştü. Suriyeli Kürtler, bu düşüşe Türk devletinin suyu barajlarda tutmasının sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Türk devleti ise bu iddiaları ret ediyor. Hükümet buğday ithal etmek istese bile, Suriye Lira’sı aşırı değer kaybına uğradığı için döviz rezervleri erimiş durumda. Rusya bu yıl Suriye’ye 1 milyon ton buğday vereceğini taahhüt etti. Batılı ülkeler ise Suriye rejimine karşı yeni yaptırımlar talep ediyorlar.
Suriye’deki açlık tehlikesinin tekrar gündeme gelmesinin gerisindeki asıl sebep, yapılan yardım anlaşmasının sona erecek olması. BM tarafından yapılan yardımlar şimdiye kadar Suriye ile Türkiye arasında yer alan Bab el Hava sınır kapısından yapılıyordu. Bölgede yaşayan yaklaşık 2,5 milyon insan için, her ay bu kapıdan her türlü yardım malzemesi taşıyan bin kamyon geçiyor. Bu kapı Türkiye ile onun beslemesi çeteler tarafından denetleniyor. Bu anlaşma 10 Temmuz’da sona eriyor. BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip olan Rusya, bu yardımların bundan böyle bu kapıdan değil de Şam yönetiminin denetiminde yapılmasını talep ediyor. Batılı devletler ise, yardımların Şam üzerinden yapılmasının Esad rejimini güçlendireceği ve bunu muhaliflere karşı bir koz olarak kullanacağı kaygısıyla buna karşı çıkıyorlar. Batılı emperyalistler halkın çıkarlarını düşünüyormuş gibi yapsalar da asıl olarak bunu kendi çıkarlarına aykırı buldukları için karşı çıkıyorlar.
DSÖ sözcüsü Chritian Lindmeier, düzenlemenin en az 12 ay daha uzatılmasının, insanların hayatının kurtarılması için “zaruri” olduğunu ifade etti. Bu tür yardım kuruluşları emperyalistlerin yol açtığı insani felaketleri hafifletici bir rol oynasalar bile, açıklama ve taleplerinin emperyalist rejimlerin sözcülerinkiyle paralellik taşıdığı da gözlerden kaçmıyor.
***
Ülkelere özgürlük, barış ve refah götürmek yalanıyla müdahale eden emperyalistlerin son eseri Suriye olmuştur. Suriye’de ortaya çıkan vahim tablo emperyalist demokrasinin ne menem bir şey olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Afganistan, Irak, Libya, Yemen, Suriye diye uzayıp gidiyor liste. Emperyalistler el attıkları ülkelerde yaşamı kurutuyorlar. O ülkeler bir daha kendine gelmemek üzere yıkılıyorlar. Dünya hakları emperyalist-kapitalizmin insanlığın baş düşmanı olduğunu anladıklarında; kendi gerçek öncüleri etrafında örgütlenerek, yerli işbirlikçilere ve arkadaki güçlere karşı mücadele etmeye başladıklarında bu gidişatı da değiştirebilirler. Aksi takdirde, yaşanan her yeni örnek bir öncekini aratacak ve halklara faturası ağır olacaktır.