Irk ve ırkçılık üzerine

Sermayenin “böl-parçala-yönet” politikasına karşı devrimci sorumluluk, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını mücadelenin esası haline getirmek ve sınıf dayanışmasını yükseltmektir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 17 Mart 2020
  • 11:00

Irk, bir toplumun üyelerinin biyolojik ortaklıkları üzerinden yapılandırılmış insan kategorisi olarak tanımlanmaktadır. Irklar ten rengi, yüz yapısı, saç dokusu ve vücut yapılarına dayanarak kategorize edilmektedir.

Irk kavramının kökeni üzerinde bir fikir birliği olmadığı görülmektedir. Tartışmanın Fransa’daki önemli ayaklarından biri olan Albert Memmi, ırk (race) kavramının Fransız diline 15. yüzyılda girdiğini, dolayısıyla yakın zamanlara ait bir kavram olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre bu kavram Latince “ratio” kavramından türemiştir.

Bir başka görüşün sahibi ise Alman tarihçi Imanuel Geiss’tir. Irk kavramını etimolojik olarak ele alan Geiss ise kavramın Arapça kökenli olduğunu belirtmektedir. Arapçada kafa, kabile şefi anlamı taşıyan “Ras”, ırk kavramının bağlanabileceği terimdir.

Irksal çeşitlilik, dünyanın değişik coğrafi bölgelerindeki doğal yaşam sonucu gelişen farklılıklar üzerinden ortaya çıkmıştır. Aşırı sıcak bölgelerde insanlar güneşten korunabilmek için daha koyu renge, ılıman bölgelerdeki insanlar ise açık tene sahiptir. Bunun ötesinde insanlar tek bir biyolojik türün üyesidirler. Aradaki tek fark, iklim koşullarından kaynaklı ten rengi farkıdır.

Dolayısıyla, genelde ırkın biyolojik farklılıklar ekseninde düşünülmesine karşın, ırk sosyal açıdan oluşturulmuş bir kavramdır. Irkın sosyal bir tanımlama olması, değişken bir karaktere sahip olmasını da beraberinde getirmektedir.

ABD ırksal farklılıkları diğer ülkelere göre daha önemli görmektedir. Birçok ülkede çok sayıda kategori tanımlanırken, ABD’de üç ırksal kategoriden sözedilmektedir: Siyah, beyaz ve Asyalı. Brezilya’da ise insanlar; “brança” (beyaz), “parda” (kahverengi), “morena” (esmer), “preta” (siyah), “amarela” (sarı) olarak tanımlanmaktadır.

Fransız diplomat Kont Joseph Arthur de Gobineau, 1853-1855 yılları arasında dört bölüm halinde yayınlanan “İnsan Irklarının Eşitsizliği” adlı çalışmasında, toplumlarda asli faktörün “ırk” olduğunu iddia etmektedir. Modern ırkçılığın babası sayılan Gobineau, genel olarak beyaz (Caucasian), siyah (Negroid) ve sarı (Mongoloid), olmak üzere üç temel insan ırkı olduğunu ileri sürmektedir. Beyaz ırkın üstün zekâ, ahlak, irade ve diğer tüm olumlu kalıtsal özelliklere sahip olduğunu iddia eden Gobineau’ya göre, “zenciler, tutkusuz, bencil ve yırtıcı hayvanlardır.” “Fiziki ve ahlaki nitelikleri ancak maymununkilerle karşılaştırılabilir. Onlar dar bir düşünce çemberinden hiçbir zaman kurtulamayacaklardır.” (Anthony Giddens) Gobineau’nun bu fikirleri, 20. yüzyılda Almanya’da Nazi ırkçılığının kaynaklarını oluşturacaktır.

1989’da reel sosyalizmin çöküşüne çok sevinen burjuvazi, tek kutuplu dünyada “özgür” olacaklarını propaganda ediyordu dünya işçi ve emekçilerine. Fakat onların korkusu politik bilinç almış proletaryaydı. Bunun için saldırılarının ana merkezi marksist sınıf bakış açısını reforme etmek ya da çeşitli düzen içi yapılarla (legal-reformist partiler, sarı sendikalar, NGO’lar, vb.) şekilsizleştirmek, sınıf hareketini iktidar mücadelesinden alıkoyarak düzen içine hapsetmekti.

Emperyalist sömürgeci zorbalar, ideolojik hegemonyayı ele geçirmiş olmaları sayesinde üç şeyi yapacaklardı: Birincisi, sınıf mücadelesinde ısrar eden marksistlere aman verilmeyecek, ya en kanlı şekilde ezilecek ya da “terbiye” edilerek düzen içi mücadeleye zorlanacaklardı. İkincisi, kendi muhalefetlerini kendileri kuracaklardı. Üçüncüsü, Marksizm’in temeli olan sınıf teorisinin karşına, kendi ideologlarından Samuel Huntington’un ‘90’ların başında ortaya attığı, “uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olduğu” zırvalığını dikmekti. İslam-Hristiyanlık, İslam Yahudilik, İslam-Budizm ya da mezhepsel çekişmeleri kaşıyarak, düşmanlar yaratılacaktı. Doğunun düşmanı Hristiyan ve Yahudiler, batının düşmanı ise Müslümanlar olacaktı.

Bu süreç emperyalistlerin hedeflediği şekilde organize edildi. 1991 yılında Körfez Savaşı, 1994’te Ruanda’da Tutsi-Hutu kabile çatışmaları (800 binin üzerinde insan öldü), sonrasında Yugoslavya’da boğazlaşma yaşandı. “Dış tehlike”, “demokrasi düşmanları” vb. safsatalar ile devreye konulan 11 Eylül senaryosu, Afganistan işgali ve Irak ile devam eden, giderek tüm Ortadoğu ve Arap coğrafyasını saran şiddet sarmalı, bugün yerini hamilerin gölgesinde yürütülen vekalet savaşlarına bıraktı. Çünkü kapitalizm, kendinde içkin olan krizleri savaşlarla aşmakla yüz yüze kalmıştı. Sosyal eşitsizlikler ve adaletsizlikler derin bir sınıfsal kutuplaşmaya yol açmış bulunuyordu.

Ortadoğu’da din çatışması belirleyici rol oynarken, Avrupa’da ise yabancı düşmanlığı ırkçı bir rol oynamaktadır. Avrupa’da örgütlü olan ve günbegün sayıları artan bu ırkçı organizasyonlara devletlerin müsamaha gösterdikleri bir gerçektir. Der Spiegel’de yayınlanan  bir makalede, Alman devletinin açıkladığı verilere göre, 1990’dan bu yana sağcı faşist çetelerin saldırıları sonucu yüz insan hayatını kaybetmiştir. Amadeu Antonio Stiftung ise bu sayının iki katı olduğunu belirtmektedir. (Der Spiegel, Nr.9, 22.02.2020)

Bugün Avrupa’da ve Almanya’da değişik modern ırkçı örgütlenmeler kendilerini anti-semitizm ve anti-İslam karşıtlığı üzerinden üretmektedirler.

Memmi, ırkçılığı şöyle tanımlamaktadır: “Irkçılık, gerçek veya uydurma farklılıkların genelleştirilmiş, mutlaklaştırılmış değerlendirilmesidir. Bu değerlendirme, suçlayanın çıkarına kurbanın ise zararına olup, suçlayanın ayrıcalıklarını veya saldırganlıklarını meşrulaştırmaya yöneliktir.”

Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde aşırı sağcı hareketlerin güçlenmesi, faşist partilerin küçümsenemeyecek oy artışları sağlaması ve göçmenlere karşı yoğunlaşan saldırılar, ırkçılık tartışmasını yeni bir önemle karşımıza çıkarmaktadır.

Sermayenin “böl-parçala-yönet” politikasına karşı devrimci sorumluluk, “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarını mücadelenin esası haline getirmek ve sınıf dayanışmasını yükseltmektir. Bunun berrak ifadesi Avusturya İşçi Marşı’nda ifade edildiği gibidir:

“Fabrikalarda biz, tarlalarda biziz
Biziz hayatı yaratan
Din farkı bilmeyiz, dil farkı bilmeyiz
Sanki doğduk bir anadan
Anamız amele sınıfıdır
Yurdumuz bütün cihandır bizim”

Kaynaklar:

- Anthony Giddens, Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, Eylül 2012

- Imanuel Geiss, Geschichte des Rassismus, Suhrkamp, 1988