Almanya’da sermaye cephesi pandeminin derinleştirdiği krizin tüm faturasını gittikçe artan oranda emekçilere fatura ederken, sendika bürokrasisi tüm bu süreç boyunca tam bir suskunluğa büründü. Adeta “pandemi uykusuna” yattı. Susmakla kalmadı, toplum sağlığı adına düzenin her türlü sözüm ona “önlemine” aktif destek verdi.
Sonra birdenbire ne olduysa IG Metall ve aynı zamanda DGB Başkanı Jörg Hofmann geçenlerde herkesi şaşırtan bir açıklamayla bu suskunluğu bozdu. IG Metall patronu Hofmann krize çözüm olarak haftada 4 gün çalışmayı öneriyordu. Böylece emekçiler daha az çalışacak ve kendilerine ayıracakları daha fazla “boş zamanları” olacaktı. Sendikaların halen “canlılık” belirtileri göstermesinin kanıtı olan bu açıklama herkesi umutlandırdı. Bayram değil seyran değil, Hofmann neden böyle bir açıklama yaptı acaba? Yoksa DGB sınıf sendikacılığı yapmaya mı karar vermişti? Çok sürmeden, kafalardaki bu sorular, sermaye sözcülerinin yaptıkları paralel açıklamalarla yanıtını buldu. Yani anlaşılan Hofmann, ağzını yine emekçilerin pek de hayrına olmayan bir şey için açmıştı.
Her şey sermayenin çıkarlarına göre
İş saatlerini kısaltma tartışması Almanya’da yeni değil. Uzun süredir sendikalar zaman zaman bu tür öneriler ileri sürüyorlar. Fakat bu öneriler hiçbir zaman somut bir talep olarak formüle edilmedi. Aksine, sendika bürokrasisi yıllardır devrimci-ilerici güçlerin çok temel bir talep olarak hep ileri sürdükleri “6 saatlik iş günü, 30 saatlik çalışma haftası” önerisine kulaklarını tıkadılar sürekli. Ama şimdi bu talepten daha “radikal” bir talebi savunmaları herkesi şaşırttı. Getirilen öneri haftada 4 gün, 28-32 saate denk düşüyor. Yani iş saatlerinin takriben %20 düşürülmesi anlamına geliyor.
IG Metall haftada 4 gün çalışılsın diyor ve hemen peşinden de “ücretlerde de belli bir denkleştirmeye gidilmelidir” diye de ekliyor. İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer de burası. Yani daha az çalışma karşılığında alınan ücret şimdi alınanla aynı mı kalacak, yoksa iş saatlerine paralel olarak ücret de düşecek mi? IG Metall bürokrasisi bu soruya tok bir cevap veremiyor. Yarım ağızla uygun bir denkleştirme yapılsın diyor. Ama bunu kapitalistler mi, yoksa sosyal fonlar mı yapacak belli değil.
Bu önemli soruyu başka sorular izliyor elbette. Bu iş pratikte nasıl uygulanacak? Yani şimdi olduğu gibi, en az 38-40 saat olan çalışma haftası dört güne mi bölünecek? Böylece çalışma günü 9,5-10 saate mi çıkarılacak? Böylece var olan sömürü daha kısa bir zamanda mı gerçekleştirilecek? Bu uygulama Almanya’da yasal olarak mümkün. Hatta yer yer kimi kapitalistler isterlerse uyguluyorlar da. Genel olarak çalışma günü 8 saat, fakat eğer istenirse bir kişi 10 saat de çalıştırılabilir. Bu üst sınır Avusturya’da 12,5 veya 13 saate, İsviçre’de ise 14 saate kadar çıkabiliyor.
IG Metall bu öneriyi, sözüm ona “işsizliğe çözüm” veya “iş güvenliği” karşılığında gündeme getirdi. Fakat sermaye cephesi IG Metall gibi titrek ve belirsiz konuşmuyor. Ne istediğini çok net ifade ediyor. Hofmann’ın “gündeme” taşıdığı konuyla ilgili olarak sermaye cephesinden ardı ardına açıklamalar geldi. Almanya İşverenler Birliği (BDA) Başkanı Steffen Kampeter şöyle diyor: “Alman ekonomisi büyük bir üretim şokundan mustarip bulunuyor. Ücretler aynı kalmak şartıyla 4 günlük çalışma haftası bu şoku sadece arttırır.”
Alman Ekonomi Enstitüsü Başkanı Oliver Strettes de şunu ekliyor: “Çalışma garantisi karşılığında bir enstrüman olarak da bunu mantıklı görmüyoruz. Elbette özellikle de ücretlerin aynı kalması konusunda görüş birliğine varılırsa.” Bir başka düzen ekonomisti olan Claus Michelsen ise aynı konuda, “İşverenler esnekleştirmeyi iyi buluyorlar. Fakat içinde bulunduğumuz zaman, işverenlerin, ücretten kısmadan iş saatlerini düşürmeleri için çok elverişli bir zaman değil.” diyerek bu açık ve net açıklamalara katkıda bulunuyor. Kısacası sermaye cephesi, kriz koşullarında hiçbir şekilde kârından taviz vermekten yana olmadığını kararlı bir şekilde ifade etmiş oluyor.
Aslında var olan sosyal dengeleri çok iyi bilen IG Metall de bu gerçekliğin çok iyi farkında. Ama araya adet yerini bulsun diye “ücretlerde belirli bir denkleştirme yapmak şatıyla” cümlesi eklenerek, “emekçilerin” talebi de dillendirilmiş oluyor. Zaten öneri de esas olarak IG Metall’in önerisi değil. Hofmann aracılığıyla dillendirilenler, sermayenin mutfağında hazırlanmış görüşlerdir. Yoksa üretimin zirvede ve kârın da azami düzeyde olduğu günlerde iş saatlerinin kısaltılması talebine kulaklarını tıkayanlar, kriz ortamında çıkıp böyle bir talep ortaya atmazlar. Ama her şey sermayenin çıkarlarıyla uyumlu olduktan sonra bir sorun yok. IG Metall şefi bunu şu sözlerle teyit ediyor: “Bu, kalifiye iş gücünü garanti etmekle kalmıyor, sosyal plan için giderlerden de tasarruf sağlıyor!”
Almanya, iş saatlerinin düşürülmesi için belki de dünyada en elverişli ülkelerden biridir. Bunun için her türlü zenginlik, teknik altyapı ve üretkenlik mevcut. 2019’da bütçesi 13,5 milyar euro fazla veren bir ülke. Ama şimdiye kadar iş saatlerini düşürmek şurada dursun, insanları daha fazla çalıştırmak için uğraştılar. Geçen yıl Almanya’da çalışanlar 2 milyar saat fazla mesai yaptılar. Bu, haftalık 50 milyon 40 saat yapıyor.
Haftalık 4 gün çalışma önerisi, “işten atmaları önleme”, “iş güvenliği” ve en önemlisi de “emekçilere daha fazla boş zaman yaratma” gibi gerekçelerle gündeme getirildi. Bu açıklamalar, çalışmaktan bunalmış, boş zamana aç emekçilere oldukça sempatik geliyor. Yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Almanya’da insanların %61’i haftada dört günlük çalışmadan yana. Ama bu sempatik kavramlar burjuvazinin esas niyetini gizlemeye yarıyor sadece.
Burjuvazi bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor bu uygulama sayesinde. Her şeyden önce işçileri atmak yerine ya kısa ya da haftada 4 gün çalıştıracak. Çalışanın ücreti ya azalacak ya da üstü sosyal kasalardan tamamlanacak. Veya şimdiki iş saatleri dört güne bölünerek daha yoğun sömürü pahasına, cuma günü çalışanlara “hediye” edilecek. Sermaye böylece büyük oranda tasarruf yapmakla kalmayacak, özellikle kalifiye elemanlarını çıkarmayarak, yeni bir yükseliş için elinde tutacak. Sonra emekçileri düşünerek onlara daha fazla boş zaman yarattığı imajı yaratacak. Zaten bunu, emekçilerin pandemiden dolayı daha az çalışarak “boş zamanın” tadına vardıkları bir dönemin ardından gündeme getirmeleri de ayrıca düşündürücüdür. Fakat daha az ücretin alındığı, “niteliksiz” bir boş zamanın da emekçiler için yeni sıkıntılar yaratmanın dışında bir faydası olmayacaktır.
Özcesi krize çözüm olarak gündeme getirilen bu ve çeşitli başka önerilerin, krize çözüm olması söz konusu değil. Olsa olsa krizi kısa süreliğine ertelemeye yarayabilir. 4 günlük çalışma haftası önerisiyle emekçilere tanınan yeni bir hak yok ortada. Aksine bu vesileyle her türlü esnek çalışma meşrulaştırılıyor. Olup biten her şey emekçiler için çizilen dar çemberin içerisinde cereyan ediyor. Her şey sermayenin çıkarlarına uygun. Bir kayıpları olmadığı gibi, kazançları var. Düzenin en solunda duran Die Linke Eş Başkanı Katja Kipping’in şu sözleri, bu işten kimin nihayetinde kârlı çıktığını iyi özetliyor: “4 günlük çalışma haftası, çalışanları daha mutlu, daha sağlıklı ve daha üretken yapar. Çalışanlar daha az hata yapar, daha çok motive olur ve daha az hasta olurlar. Bu uygulamadan işverenler de kârlı çıkacaklardır.”
Nitekim bu işten “daha kârlı” çıkacaklarını düşünen bazı ülkeler ve Almanya’dakiler de dahil bazı firmalar “gönüllü” olarak emekçileri “daha az çalıştırma” kararı alabiliyorlar. Mesela Yeni Zelanda’da, ücretlerde kısılmaya gidilmeden 4 günlük çalışma haftası uygulanıyor. İsveç’te 6 saatlik iş günü uygulaması deneme aşamasında. Finlandiya, Lüksemburg gibi ülkelerde de benzer uygulamalar var. Mikrosoft Japonya, işçilerini “daha az” çalıştırıyor. Almanya’da Bosch, ZF ve Daimler bu yaz 4 günlük çalışma haftasını uygulama kararı aldılar. Kuşkusuz bunların hiçbiri insanların sağlığı ve mutluluğu için yapılmıyor. Bütün uygulamaların sonuçları hep “daha fazla üretkenlik”, “daha az enerji ve kağıt” gibi, burjuvazinin kârına endeksli kavramlarla değerlendiriliyor.
Kısacası burjuvazi hiçbir hakkı hiçbir zaman işçi sınıfına bahşetmemiştir. İşçi sınıfı burjuva düzende kullandığı ne kadar hak varsa kavga ile ve bedelini ödeyerek elde etmiştir.
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek
Sermaye cephesi krizi fırsata çevirmeye devam ediyor. İşçilerin en büyük korkusu olan işsizliği kullanarak işçileri en geri çalışma koşullarına razı etmeye çalışıyor. “İş güvenliği” veya “işten atmaları önleme” yalanıyla emekçilerden taviz üstüne taviz koparıyor. Kapitalistler daha önce isteyip de hayata geçiremedikleri ne kadar uygulama varsa şimdi hayata geçiriyorlar. “Homeoffice” ve “telekonferans”, “dijital dönüşüm” uygulamaları oldukça yaygınlık kazandı. Uzaktan eğitimi de aynı şekilde yaygınlaştırmak için çaba sarf ediyorlar. Bu uygulamalar işsiz sayısını arttırırken, sermayeye ciddi tasarruflar sağlıyor. Bunları her türlü sosyal hak gaspı izliyor. İşten çıkarmalar, küçülmeye gitmeler, esnek çalışma, taşeronlaştırmayı yaygınlaştırma, toplu sözleşmelerde sıfır zam, işletmelerin ödediği emeklilik ödeneğini kaldırma, Noel ve izin paralarında kesintiye gitme ve hatta ücretlerde kesintiye gitme gibi uygulamalar gittikçe artıyor.
En son Lufthansa’da kabin görevlileri ve pilotlar, “iş güvenliği” karşılığında kendilerine dayatılan sıfır zam, daha esnek çalışma ve hatta pilotların ücretlerinde kesintiye gitme gibi son derece geri koşullara “razı” oldular. Bu vesileyle belirtmek gerekiyor ki, kapitalizmde “iş güvenliği” denen şey tamamen bir aldatmacan ibaret. Bu tamamen o kapitalist işletmenin durumuna bağlı bir şey. Mesela pandemi öncesi “iş güvenliği” olan işletmelerde, pandemi ile birlikte bu güvence bir çırpıda ortadan kalktı. Yani “dün dündür, bugün bugündür” mantığıyla, sermayenin çıkarlarına endekslidir iş güvencesi.
Metal ve elektro endüstrisinde sendikalar ve patronların 31 Mart’ta açıkladıkları gibi, toplamında 4 milyon kişiyi ilgilendiren bu sektörlerde 2020’nin sonuna kadar ücretlerde herhangi bir artış olmayacak. Bazı istisnalar hariç aynı şey hizmet sektörü için de gündeme gelecektir. 4 günlük çalışma haftası önerisi de ilk olarak 2021’de gündeme gelecek toplu sözleşmede masaya getirilecek.
Sermaye hükümeti de gündeme getirdiği her uygulama ile kapitalistleri ihya etmeye devam ediyor. En son, kısa çalışma uygulaması 2021’in sonuna kadar uzatıldı. Sözüm ona işsizliği önleme adına uzatılan bu uygulama ile sosyal kasalar boşaltılıp kapitalistlerin hizmetine sunuluyor. Boşalan sosyal kasaların neyle dolacağı ise meçhul. Son yapılan açıklamalara göre, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun boşalan kasaları için en az 10 milyar euro gerekiyor. Bu paraların da kapitalistlerden değil, yine emekçilerin cebinden çıkacağı kesindir. Zira ihtiyaç maddelerinin artan fiyatları, artan dolaylı ve dolaysız vergiler, yükseltilen ceza miktarları bunun nasıl olacağını gösteriyor. Örneğin yakın günlerde Almanya’da kimlik değiştirme ücreti %10’luk bir artışla 28,80 eurodan 37 euroya çıkarıldı.
Sendika bürokrasisi ihanetini derinleştiriyor
Sendika bürokrasisi sadece var olan saldırılara sesiz kalarak veya hiçbir şey yapmayarak sınıfa ihanet etmekle kalmıyor. Sermayenin saldırılarına aktif destek de veriyor. En son gündeme getirilen ve sermayenin politikalarıyla son derece uyumlu olan 4 günlük çalışma haftası bunun bir örneğidir. Sendika bürokrasisinin henüz açıktan gündeme getirmediği, fakat basına sızdırılan bazı bilgilere göre atmaya hazırlandığı bir başka adım var ki şimdiye kadarkilere rahmet okutan cinsten. Der Tagesspiegel’de yer alan bir habere göre, IG Metall ve IG BCE sendikalarının bürokrasisi özellikle metal işkolunun yan sanayinde zor durumda olan bazı firmalara yardım etmek istiyor. Bunun için bir “yardım fonu” oluşturulacak. Bu fon için bankalardan ve tekellerden de para toplanacak. Bu arada sendika kasalarından da yüz binlerce euro bu fona aktarılacak. Görüldüğü gibi işçi sınıfı sendika bürokrasisinin umurunda değil. Onlar varlığını borçlu oldukları sermaye düzenini kurtarmakla meşguller. Bu adımla sınıfa olan ihanetlerini bir üst boyuta taşıyarak, açıktan sermayenin safında sınıfa saldırıyorlar artık.
Sermayenin “işçi komisyonu” gibi çalışan bu tescilli ihanetçiler daha önce, hiç değilse TİS süreçlerinde göstermelik de olsa bazı eylemler ve grevlere başvuruyorlardı. Uzun zamandır bu formaliteyi de bir yana bıraktılar. Artık göstermelik bile olsa eylem çağrısı yapmaktan da korkuyorlar. Zira kriz koşullarında işçi ve emekçilerde biriken öfkenin kendilerini aşmasından ve dahası bu öfkenin hedefi olmaktan korkuyorlar.
İşçi ve emekçiler kendi gerçek devrimci öncüleri etrafında örgütlenip anti-kapitalist bir mücadele hattına girmedikçe, ne kazanılmış haklarını koruma ne yeni haklar kazanma ve ne de sendika bürokrasisinden hesap sorma şansına sahip olabileceklerdir.