Hanau katliamı 2. yılında…

Alman devleti “davası”na sahip çıkıyor!

Hanau gibi katliamların gündemde tutulması, unutturulmaması; işçilerin birliği, halkların kardeşliği hedefiyle emekçilerin bilinçlendirilmesi son derece önemlidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 18 Şubat 2022
  • 21:45

Bundan 2 yıl önce, 19 Şubat 2019’da, Almanya’nın Hessen eyaletinin Hanau kentinde, bir ırkçı-faşist tarafından düzenlenen planlı saldırıda 9 göçmen genç katledildi. Geçen sene olduğu gibi bu yıl da katliamın yıl dönümü dolayısıyla Almanya ve hatta Avrupa’nın kimi ülkelerinde yaygın protestolar gerçekleştirilecek.

Hanau katliamı Almanya’da gerçekleşen ilk ırkçı saldırı ve katliam değil. Daha önce de çeşitli yer ve tarihlerde yüzlerce saldırı ve onlarca katliam yaşandı. Resmi verilere göre, son otuz yılda 200’ü aşkın kişi ırkçı saldırılar sonucu hayatını kaybetti. Fakat NSU da dahil hiçbir katliam Hanau kadar geniş tepkilere konu olmadı. Hanau katliamı ırkçı-ayrımcı politikalara karşı Alman toplumunda birikmiş tepkileri ortaya çıkarmakla kalmadı. Aynı zamanda ırkçı-faşist kişi ve örgütler ile Alman devleti arasındaki organik bağı da bir kez daha ortaya serdi. NSU davasıyla iyice ayyuka çıkan bu ilişki, Hanau davasıyla bir kez daha teyit edildi.

Münferit göster, “kına” ve akla!

Dünyanın hemen her yerinde devletlerin bu tür faşist katliamlar karşısında gösterdikleri ilk refleks, olayı münferit gösterme çabası olmaktadır. Hanau’da da benzer senaryo sahnelendi. Devreye ilk önce tekelci basın girdi. Katilin psikolojisinin bozuk olduğuna ilişkin haberler hızla yayıldı. Bunu, burjuva politikacıların, timsah gözyaşları eşliğinde ardı ardına yaptıkları “kınama” açıklamaları izledi. Bu ikisi aynı senaryonun farklı sahneleriydi. Amaçlanan ise, yaşanan katliamın devletle, düzenle ve dahası izlenen sistematik ırkçı politikalarla bir ilgisinin olmadığı algısı yaratmak, yani olayı “münferit” gösterip geçiştirmekti. Zaman ilerledikçe ayrıntılarla birlikte olayın planlı bir ırkçı-faşist katliam olduğu ortaya çıksa bile; yaratılan bu ilk algının, toplumun bir kesiminin bilincini bulandırmada belli bir başarı sağladığı göz ardı edilemez.

Basının, polisin ve siyasetin attığı bu adımlar, dava sürecinde yargı eliyle devam ettirildi. Hanau katliamı davasını yürüten Almanya Federal Genel Savcılığı, Aralık 2021’de, yani katliamdan sadece 10 ay sonra dava hakkında takipsizlik kararı verdi. Karara gerekçe olarak da katilin intihar etmesi, katilin olayı tek başına yapmadığına dair herhangi bir kanıtın olmadığı gösteriliyor. Savcılık böylesi ağır, önemli ve kapsamlı bir dava için son derece kısa olan 10 aylık bir sürede, tam 300 ayrı delili “incelemiş” ve yine 400 ayrı tanığı “dinlemiş” ve neticede işin “organize” olmadığına karar vermişti.

Savcılık saldırının ırkçı nitelikte olduğunu kabul ediyor. Fakat ayrıntılı olarak soruşturulmasına gerek olmadığını söylüyor. Yani herkesçe görülen, bilinen ve inkar edilemez olanı kabul ediyor ama bilinmeyen ve görünmeyenleri inkar ediyor. Zaten soruşturmanın amacı da bilinmeyeni ve karanlıkta kalanı açığa çıkarmak değil midir? Yani savcılık daha baştan tarafını belli ederek, katliamı aklama çabası içerisine giriyor. Katilin kendisi bile kendini ancak bu derece başarılı savunabilirdi herhalde.

Buna şaşırmıyoruz. Çünkü Alman devleti ile mahkemelerinin ırkçılığa karşı tutumunu NSU davasından da biliyoruz. NSU davasında katillerin Alman istihbaratıyla ilişkili olduklarına dair onlarca kanıta rağmen tümünün üstü özenle örtüldü. Skandallar serisiyle dolu olan dava, yıllarca süründürüldükten sonra, bütün suç ikisi imha edilmiş üç katile yıkılarak devlet temize çıkarıldı. NSU’da olduğu gibi, Hanau’da da devlet, kendisinin ve düzenin ürünü olan ırkçı katillerini koruyor ve “davasına” bir kez daha sahip çıkıyor.

Cevapsız kalan sorular, karartılan deliller

Katliamın ardından olayı çok yönlü soruşturup onu bütün bağlantılarıyla ortaya çıkarmak şurada dursun, herkesçe bilinen ve ailelerin baştan beri sordukları en basit sorular bile cevapsız bırakılmaya ve deliller karartılmaya devam ediliyor.

Katliamdan sonra, katledilen gençlerin aileleri tarafından, kentteki kimi demokratik kurumların da desteği ve katılımı ile “19 Şubat İnisiyatifi” adlı bir organizasyon oluşturuldu. Bu İnisiyatif, sürecin takipçisi olma ve katliamı unutturmama konusunda önemli bir çaba ortaya koydu. Aileler ile İnisiyatifin baştan beri sordukları ve cevap alamadıkları bazı sorular şöyle:

- Olay günü defalarca arandığı halde polise neden ulaşılamadı? Bunun için personel yetersizliği gerekçe gösterilse bile, bu çağrılar başka bir birime aktarılıp bu sorun neden giderilmedi?

- 4 kişinin katledildiği “Arena Bar”ın acil çıkış kapası neden kapalıydı? Ölüm sayısını arttıran bu durumda polisin sorumluluğu var mıdır? Ara sıra kafeye baskın yapan polisin, bu çıkışı kimsenin kaçmaması için kapattırdığı iddiası doğru mudur?

- Katilin ırkçı olduğuna dair çok sayıda kanıta ve bunlar polis tarafından bilinmesine rağmen, katile neden silah ruhsatı verildi ve ruhsatın süresi neden uzatıldı?

- Otopsiler neden ailelerin rızası alınmadan yapıldı ve sonuçları neden ailelerle paylaşılmadı?

- Polisin katilin evini basması neden saatler sonra gerçekleşti?

- Daha önce ırkçı propaganda ve oluşumlarla ilişkili oldukları gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan ve aynı sebepten dolayı lağvedilen, Frankfurt Özel Harekat Birimi’nden 19 polisten 13’ünün olay günü Hanau’da görevli oldukları doğru mudur? Bunlarla ilgili herhangi bir soruşturma yapılmış mıdır?

- Olay yerine sadece 300 m uzaklıkta olan polis neden yarım saati bulan bir gecikmeyle geldi?

Bunlar en bilinen sorular. İnisiyatifin ve ailelerin sordukları daha onlarca soru var ve bugüne kadar hiçbirine ilgili merciler tarafından verilmiş tatmin edici bir cevap yoktur. Mesela polis ve mahkeme katilin daha önce tanınmadığını iddia ediyor. Ama veriler tam tersini söylüyor. Katil hakkında daha önce, ırkçılık da dahil, açılmış çok sayıda soruşturma ve suçlama var. Bu bir yana, katilin resmi makamlara kendi eliyle verdiği, ırkçı motifler ve komplo teorileriyle bezenmiş birden fazla şikayet dilekçesi var. Bu da yetmiyor, 2019’da kendi adına açtığı bir web sayfası aracılığıyla ırkçı-faşist düşüncelerini yayıyor. Hatta katliamdan sadece 6 gün önce, yapacağı katliamın planlarını aynı sayfada yayınlıyor. Muhtemelen şiddet olaylarında hafifletici bir sebep olsun diye psikolojik bozukluk raporu alıyor. Buna rağmen silah ruhsatı iptal edilmediği gibi uzatılıyor ve hatta AB çapında bir ruhsat veriliyor. Bu ruhsatla iki defa Slovakya’ya silah atış talimi yapmaya gidiyor.

Tüm bunları kanıttan saymayıp, soruşturmaya gerek görmeyen savcılık, oğlunun ırkçı görüşlerini açıktan savunan katil babasının da katliamdan haberdar olmadığını iddia etti. Olaydan sonra oğlunun silahını ve mermilerini geri isteyen katil babası, mağdur ailelerine yönelik ırkçı söylemler kullanmış, kurbanlar için yapılan anıta “Halk arasında nefret yaratıyor” demişti.

Mahkemeden umudunu kesen aileler, son bir çare olarak Hessen Parlamentosu’na yöneldiler. Ailelerin baskısı sonucu Temmuz 2021’de parlamentoda tüm partilerin katılımı ile bir araştırma komisyonu kuruldu. Komisyon şu ana kadar dört kez aileleri dinledi.

Kimi ailelerin beyanları, mahkemenin ardından, parlamentonun da olayın politik sorumluluğundan kaçan ve üstünü örten bir tutum takındığını gösteriyor. Katledilen gençlerden Gökhan Gültekin’in abisi Çetin Gültekin görüşmelere ilişkin, “Hessen parlamentosu tarafından üç kez davet edildik. Ben bu ziyaretlerden şunu çıkardım: bizim en büyük karşıtımız, başta CDU ve Yeşiller olmak üzere, parlamentodur” diyor ve devam ediyor: “Hessen Başbakanı olayla ilgili politik bir söz duyduğu zaman, bunu adeta kendisine bir hakaret olarak algılıyor.”

Hessen Eyaleti Başbakanı, CDU’lu Volker Bouffier, oğlunu kaybeden Serpil Temiz Ünvar’a, “Evet bu çok kötü, ancak daha kötü örnekler gördüm” diyor. Aynı Bouffier, polisin ihmali ile ilgili sorulan bir soruya karşılık olarak da “Evet polisimizin pek tecrübesi yok bu durumlarda. Ve böyle bir şey bir daha olursa aileleri daha hızlı bilgilendireceğiz!” ifadelerini kullanıyor. Her şey bir yana, insani bir yaklaşımdan bile uzak bu zihniyetten ne beklenebilir ki?

Faşizm hem bir düşünce hem de suçtur!

Faşizm ile mücadelede klasikleşmiş bir slogan var, “Faşizm bir düşünce değildir, aksine suçtur” diye. Evet, egemen sınıfın en gerici, en militarist ve en barbar yönetim biçimi olarak faşizm, topluma karşı işlenmiş bir suçtur elbette. Ne var ki bir düşünce olmadığı belirlemesi doğru değildir. Bu ele alış, faşizmi sınıflar üstü ve soyut bir kavrama dönüştürür. Oysa faşizm ve ırkçılık, ikisi de kapitalizm ürünü düşünce ve ideolojilerdir. Kapitalizmin işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlikle düzlediği elverişli ortamda hayat bulurlar. Egemen sınıflar ırkçılık ve faşizm sayesinde emekçi sınıfları bölüp parçalayarak baskı altında tutmaya çalışırlar. Emekçileri bu zehirli ideolojilerle birbirine düşman ederek, sömürü ve köleliğe razı ederler.

Özcesi sınıfsal bir kavram olan ırkçılık ve faşizm burjuvaziye aittirler ve ona hizmet ederler. Avrupa ve dünya halklarına derin acılar ve yıkımlar yaşatan Hitler faşizminin arkasında Alman tekelleri vardı. Günümüzdeki her türden faşist düşünce ve örgütlenmelerin arkasında da aynı sermaye düzeni vardır. Alman devleti anti-komünizmde sınır tanımazken, her türlü faşist örgütlenmeye karşı son derece toleranslı davranıyor. Faşist örgütlenmelerin yasaklanması talebine kulaklarını tıkıyor. Fikir özgürlüğü adına Neonaziler polis korumasında sokaklarda yürütülmeye devam ediliyor. Dört dörtlük faşist bir parti olan AfD Alman parlamentosunun temel siyasal partilerinden biri olmakla kalmayıp, toplumsal fonlardan yararlanarak, örgütlenmeye devam ediyor.

İstihbarat raporlarına göre Almanya’da 33 bin aşırı sağcı (Neonazi) var. Bunlardan 13 bininin şiddet eğilimli olduğu ve bu eğilimin gittikçe arttığı belirtiliyor. Yine 2020 rakamlarına göre ülkede 5,57 milyon kişi ruhsatlı silah taşıyor. Bunlardan 1.200’ü tespitli aşırı sağcılardan oluşuyor. Alman devleti bunlara karşı, bir zamanlar Ahmet Davutoğlu’nun IŞİD’liler için söylediği gibi, “Biliyoruz ama eyleme geçmeden müdahale edemiyoruz” yaklaşımını sergiliyor.

Bugün Almanya’da toplumsal yaşamın her alanında gittikçe tırmanan bir ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılık var. Poliste, okullarda, işyerlerinde, akademide, sokakta, her yerde her an buna tanık olmak mümkün. Irkçı-faşist örgütlenmelere kaynaklık eden ve onları güçlendiren asıl şey, “günübirlik ırkçılık” denilen bu yapısal ırkçılıktır. Katledilen gençlerden Ferhat Ünvar, gittiği okulda uğradığı ayrımcılıktan dolayı kaydını silip başka bir okula geçmek zorunda bırakılıyor. Annesi daha sonra onun küçük kardeşini aynı okula kaydederken okul müdürü şöyle diyor: “Oğlunuzu kabul etmek zorundayız çünkü ilk tercihi, ama unutmayın bu okulda şansı yok.” En toleranslı alanlar olması gereken eğitim kurumlarında bile bu tür durumlar yaşanıyorsa, diğer alanları tahmin etmek hiç de güç değil.

Hanau katliamı, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar Alman toplumunda infiale yol açtı. Toplumun her kesiminden insanların katıldığı, çok kitlesel ve yaygın protestolara konu oldu. 2. yılında da bu durumun hala devam etmesi umut verici. Bunda, katledilenlerin “yabancı” bile sayılamayacak gençlerden oluşmasının bir payı var elbette. Fakat asıl önemli etken, gittikçe yükselen ve yakın bir tehlike haline gelen ırkçı-faşist örgütlenmeler ile artan siyasal gericiliğin toplumda yarattığı kaygı ve biriktirdiği öfkedir. George Floyd olayında, dünyadaki en kitlesel eylemlerin yaşandığı ülkelerden birisinin Almanya olmasının gerisinde de aynı gerçeklik vardır.

Faşizmin panzehiri sınıf mücadelesidir. Zira sınıf bilinciyle donanmış işçi ve emekçiler kolayından egemenlerin milliyetçi ve ırkçı tuzaklarına düşmeyecekleri gibi; tepkilerini farklı uluslardan sınıf kardeşlerine değil, bizzat onları sömüren kapitalist siteme çevireceklerdir. Bu yüzden Hanau gibi katliamların gündemde tutulması, unutturulmaması; işçilerin birliği, halkların kardeşliği hedefiyle emekçilerin bilinçlendirilmesi son derece önemlidir. Bu görev en başta da faşizmi sınıf temelleriyle birlikte ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimcilerin omuzlarındadır.