Afganistan’ın ve Afgan halklarının tarihi büyük çaplı insanlık trajedileriyle doludur. Bugün yine benzer bir trajedi yaşanıyor. Uzun on yıllardan beridir mültecilik Afgan halkları için bir kimlik haline getirilmiştir. Mültecileşme Afganların kendi iradelerinden bağımsız olarak gerçekleştirilmiştir. Bu tarihsel sürecin kökleri 1850’li yıllara kadar uzanır ve periyodik aralıklarla devam eder. Afganistan için değişmeyen tek istikrarlı olgu göçtür ve ülke bu özelliğiyle dünyanın ana mülteci kaynağıdır.
Siyasal istikrarsızlığın, iktisadi olarak fazlasıyla geri kalmışlığın ve bin bir türlü gerici kuşatmanın etkisiyle Afgan toplumu mülteciliğe adeta mahkum edilmiştir. Sömürgeci emperyalist güçler ve bunların palazlandırıp büyüttüğü gerici işbirlikçiler, Afgan halklarının 1300 yıllık hafızasını ve birikimini yok etmeye çalışarak, Afganların İslami gericiliğe teslim olmasını istemektedirler. Neticede Taliban’dan El Kaide’ye, oradan da IŞİD’e uzanan karanlığa kaynaklık eden Afganlı mücahitleri on yıllarca besleyip büyüten ve onları toplumun başına musallat ederek sosyolojisini bozan bu karanlık güçler, bu konuda az mesafe de almadılar.
Son yirmi yıllık emperyalist işgalin yarattığı yıkım ve onun beslemesi Taliban’ın iktidara gelişi ile yaşanacak olanlar, özellikle Afgan kadınları ve çocukları için gerçek anlamıyla bir ortaçağ karanlığı olacaktır. Taliban’ın şeriat mahkemeleri tıpkı bir engizisyon gibi çalışacak ve o topluma ait ne kadar ileri öge varsa yakıp yok edecektir. Nihayetinde Taliban’ın ilk iktidara geldiği 1996-2001 yılları arasında Afgan halkı bu İslamcı terör şebekesinin yaptıklarını yeterince deneyimleme fırsatı bulmuştu.
11 Eylül saldırılarının ardından “Terörizme Karşı Savaş Konsepti” çıplak yalanı ve dezenformasyonuyla 20 yıldır süren Afganistan işgali emperyalist kuvvetler için sürdürülemez bir hale gelince, bu güçler ışık hızıyla ülkeyi terk etmek durumunda kaldılar. ABD’nin, bir savaş ve suç örgütü olarak NATO’nun 5. maddesine atfen müttefikleriyle işgal ettiği Afganistan’dan çekilmesi, yaşanacaklardan bağımsız olarak, tarihe koca bir yenilgi olarak geçecektir. Kendi toplumları başta olmak üzere dünya halkları nezdinde bir anda rezil bir duruma düşen bu emperyalist güçler durumu toparlamak adına yeni arayışlara girdiler.
Daha düne kadar işgalin biricik sebebi ve “sivil dünyanın düşmanı” olarak gösterilenlerin içinden “iyi terörist” arama telaşıyla çalmadık kapı bırakmayan emperyalist sefiller, hiçbir zaman Afgan halklarının çıkarlarıyla hasbıhal olmadılar. Onlar için Afganistan, Asya kıtasının gözetleme kulesi ve el değmemiş yeraltı zenginlikleriyle bir sömürge cennetidir. Yine Asya ve Avrupa pazarının uyuşturucu tedarikinde %90 gibi bir paya sahip olması -ki bu yaklaşık yıllık 63 milyar dolar tutarında kara para anlamına gelmektedir- iştahları fazlasıyla kabartan bir başka yekûnu oluşturmaktadır. Ayrıca Afgan halklarının mültecilik serüveni ve tarihi hem gerici bölge ülkeleri hem de emperyalist metropoller için oldukça kullanışlı ucuz bir işgücü deposu olarak kalmaya da devam edecektir. Emperyalist-kapitalist düzen için Afganistan’ı kolayından vazgeçilemez kılan şeyler de nihayetinde bunlardır.
Bütün bu veriler bir kez daha göstermiştir ki gerici sermaye düzeni ve onun emir kullarının, ilerici insanlık değerleri adına söyledikleri bütün sözler devasa bir yalandan ibarettir ve öyle olmaya devam edecektir. Tarihin tekerleğini geriye doğru çeviren gerici Taliban ve şürekâsıyla her türlü anlaşmaya hazır oldukları ve onlarla iş tutmak adına yanıp kavruldukları gün gibi ortaya çıkmıştır. Öyle ki 20 yıllık işgal süresince kendileriyle işbirlikçilik yapanları dahi bir çırpıda “eski bir libas” gibi kenara koyup, Taliban’ın kollarına yumuşak inişler yapmanın telaşına düşmüşlerdir. Lakin Afganistan üzerinden ulaşılacak pazarların ve onun stratejik öneminin ötesinde anlam arayışları, emperyalist kapitalist sistemin doğasına aykırıdır.
Afganistan, emperyalist-kapitalist gericiliğin mazlum halklara kan ve gözyaşından başka verebileceği bir şeyi olmadığının, olamayacağının aynasıdır. Afganistan’ı bir enkaza çevirerek Afgan toplumunu sınırlarda mültecileştiren ve onu Taliban’a mahkum edenlerin özgürlük, barış ve demokrasi diye bir dertlerinin olmadığı en yetkili ağızlarca da tescil edilmiştir. Dünün teröristi Taliban’la yeniden ilişkilenmenin ve flörtün sebebi de Afganistan üzerinden kaybetmeyi göze alamadıkları kirli çıkarlarıdır. Kadınlar ve çocuklar üzerinden rasyonalize edilmeye çalışılan ilişkilenmenin zorunluluğu ise kaybedilen prestiji toparlama çabalarıdır.
Hudutlara çekilen namus sancağı ve Afgan göçü
Afgan coğrafyası yaklaşık iki yüzyıldır kesintisiz bir biçimde dışarıya göç vermektedir. Afganistan bütün zamanların en fazla dış göç veren ülkesi olarak hep ilk sırada yer almıştır. 2011 yılında Suriye’de başlayan savaşın ardından bir dönem için ikinci sıraya gerilemiş olsa da son gelişmelerin ardından tekrar ilk sıraya yerleşmiş bulunuyor. Uluslararası bir dizi kurum, 18 milyon nüfusa sahip ülkenin mevcut nüfusun yaklaşık yarısı kadar da dış göç verdiğini tescil etmektedir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler raporları bu rakamı daha az gösteriyor olsa da bu raporlarda sadece kayıt altına alınmış insanların olduğunu unutmamak gerekiyor. Nitekim sadece komşu Pakistan’da 5 milyona yakın, İran’da ise 3 milyon kayıt dışı Afganlı yaşamaktadır. En büyük göç dalgasının 1996-2001 yılları arasında, Taliban’ın ilk iktidara gelişiyle yaşandığını ve sonraki 20 yıllık işgal süresince de bu göç dalgasının bütün hızıyla devam ettiğini yine raporlara yansıyan bilgiler üzerinden öğreniyoruz. Yüzbinlerce insanın günlük olarak, başta Pakistan olmak üzere İran, Tacikistan ve Özbekistan gibi komşu ülkelerin sınır kapılarına dayandıkları ve bir geçiş güzergahı olarak Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmek için hareket halinde oldukları, ajansların rutin haberleri haline gelmiş bulunuyor.
Afganistan’da bugün yaşananlar gerçek anlamıyla bir trajediden ibarettir. Bu trajedinin müsebbipleri 13 Kasım’da Cenevre’de bir araya gelerek Birleşmiş Milletler çatısı altında ne kadar sağduyulu oldukları konulu bir gösteriye imza attılar. Almış oldukları karar üzere, Afganistan’a komşu ülkelere 1 milyar dolarlık mali yardımı içeren bir paket ve daha sonrasında ise 600 milyon dolarlık ikinci bir mali yardım paketi ile Afganistan’daki göç sorununa bir çırpıda “çözüm” buldular. Bu mali yardımların mevcut soruna hiçbir şekilde çözüm olamayacağını, kararları alanlar da çok iyi biliyor. Ne var ki mevcut krizi yönetebilmek ve göçü minimize ederek kısmen kontrol altına alınmış gibi göstermek, onlar payına an itibariyle bir ihtiyaçtır. Oysaki harekete geçen insan yığınlarını bir takım ara formüllere ikna etmek hiç de kolay olmayacaktır. Özellikle Alman emperyalizminin AB sınırları dışında çözüm arayışları ve komşu ülkelere rüşvet yoluyla eğreti planlar kabul ettirme çabasının sonuç vermeyeceği ve sorunun bir çığ gibi büyüyeceği netleşmiş bulunuyor.
Rakamların doğruluğu tartışmalı da olsa güncel planda dünya üzerinde 80 milyon insan, yaşadıkları yerleri daha iyi bir yaşam umudu ile terk etmek zorunda kalarak, zengin Batının ve Kuzeyin sınırlarına dayanmıştır. Savaşların, açlığın ve sefaletin, işsizlik ve yoksulluğun, iklim krizinin tetiklediği göç olgusu bir bumerang gibi dönüp dolaşıp bu vahşi sermaye dünyasını vuracaktır. Emperyalist-kapitalist dünya gericiliği sermayenin sınırsız dolaşımına bütün kapıları açarken, ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan milyonlarca insanın hayatı söz konusu olduğunda, sınırlarını “namus sancağı” paçavralarla süslemeyi çok iyi biliyor. Sermaye düzeninin derinleşerek yayılan iktisadi ve siyasal krizi nedeniyle kapitalizmin metropolleri yeni bir göçmen dalgasını kaldırabilecek dengeleri barındırmıyor olsa da sistem bu dalganın yaratacağı sonuçlardan azade olamayacaktır. AB ve ABD’nin sınırlarında yükselen duvarlar ve sınır güvenliği adı altında hayata geçirilen insanlık dışı uygulamalar kapitalizmin mabetlerinin kurtuluşu olamayacaktır.
Afganistan’da yaşanan, sadece ABD öncülüğündeki emperyalist gericiliğin yenilgisi değil, açılan Pandora’nın kutusu ve yaratacağı sonuçlar ile çok daha fazlasıdır. Emperyalist ülkeler arasındaki çatışmanın giderek sertleştiği, zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurumun inanılmaz ölçülerde derinleştiği koca bir varlık dünyasında mevcut dengelerin aynı şekilde kalmayacağı daha bir netlik kazanmıştır. Netlik kazanan bir başka şey ise, bu gericilik dünyasının yegane ve biricik alternatifi olan sosyalizme olan ihtiyacın her geçen gün daha derinden hissediliyor olmasıdır.