1990 yılında Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı dağıldığında oluşan ‘tek kutuplu’ dünyada ABD emperyalizmi ‘tek hegemon güç’ olacağını var saymıştı. Nitekim oluşan ‘geçici statüko’ ABD’ye belli avantajlar sağladı. Kontrol altına almak istediği ülkelerin bazılarını savaş aygıtı NATO’yu da suçuna ortak ederek işgal etti. Diz çökmeyen ülkeleri ya doğrudan emperyalist işgal savaşlarıyla ya darbelerle ya da ağır ambargo ile teslim almaya çalıştı. Afganistan, Irak, Libya, Suriye gibi ülkeleri yakıp yıktı, halkları kıyımdan geçirdi ancak hedeflerine ulaşamadı.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının kaçınılmaz sonucu olarak ABD gerilerken, farklı güçler ise yükselmeye devam etti. Son 25 yılın savaşlarının temel nedeni bu gidişatı durdurmaktı. Joe Biden’ın başa geçmesinden sonra ABD’nin uluslararası politikada daha agresif bir yönelime girmesi de aynı amaca yöneliktir. Ancak tüm çabalarına rağmen, trendi tersine çeviremiyor. Başta Çin ve Rusya olmak üzere farklı güçlerin yükselişi devam ediyor.
ABD dış politikasında Çin, artık açıkça ‘baş düşman’ ilan ediliyor. Çünkü 1980’lerden itibaren Çin, batılı kapitalist tekellerle pazarlıklara başlamış, işletmelerin bir kısmını özelleştirmiş, ülkeyi sermaye grupları için ucuz emek gücü cennetine dönüştürmüştür. Bu yolla hızlı bir biçimde kapitalist dünya sistemine entegre olmuş, büyük tekellerin yanı sıra Çinli kapitalistler de aşırı sömürüden pay alarak palazlanmıştır. Gelinen yerde devasa bir güce ulaşan Çin, emperyalist kapitalizmin dengelerini sarsan bir rol oynuyor.
Özellikle 15 yıldan bu yana ABD ile Çin arasındaki ekonomik ve siyasi dengeler hızla değişiyor. ABD’nin etkisi azalırken, Çin’in uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığı artıyor. Örneğin, satın alma gücü bakımından Çin, artık dünyanın en büyük ekonomisi. ‘Piyasa fiyatları’ ile hesaplandığında ise 10 yıl içinde ABD’yi geçerek dünyada birinci sıraya yerleşecek. Bazı iktisatçılar ise, Çin’in şimdiden dünyanın bir numaralı ekonomisi olduğunu savunuyor. 21. yüzyılın başından bu yana ABD ile Çin için trendler ters yönde ilerliyor. Örneğin Çin’in uluslararasındaki payı 2000’li yıllardan bu yana belirgin biçimde artarak dünyada ikinci sıraya yerleşti. Çin’in toplam küresel ihracat içindeki payı 2003’te yüzde 5,9 iken, 2019’da yüzde 13,2’ye yükseldi. ABD’nin payı ise aynı yıllarda yüzde 9,8’den yüzde 8,5’e geriledi.
Dünya ticaretindeki ağırlığının artışına paralel olarak kredi de veren Çin, son 20 yılda finans alanında da öne çıkmaya başladı. Harvard Business Review’da yayımlanan bir araştırmaya göre, Çin’in 150’den fazla ülkeye verdiği kredinin miktarı 1,8 trilyon dolara ulaştı. Bu ise, toplam dünya hasılasının yüzde 5’i gibi çarpıcı bir orana tekabül ediyor. Ayrıca Fortune Global tarafından yayınlanan dünyadaki en büyük 500 şirket listesi de konu hakkında fikir veriyor. Fortune Global’in ilk 500 listesinde, 2008 yılında Çin’in yalnızca 1,1 trilyon dolar sermayesi ve toplam içinde yüzde 5 payı ile 29 şirketi vardı. 2020 yılında ise 8,3 trilyon dolar sermayesi ve toplam içinde yüzde 25’i aşan payı ile 129 Çin merkezli şirket listede yer alıyor.
Çin’in bu ekonomik büyüme hızı bilgisayar, uzay çalışmaları, yapay zeka gibi stratejik-teknolojik gelişmelerin yan ısıra özellikle de savunma/savaş harcamalarına da yansımaktadır. 2000-2019 döneminde ABD’nin savunma/savaş harcamaları yaklaşık yüzde 53 oranında artarak 470,5 milyar dolardan 738 milyar dolara yükselirken, aynı dönemde Çin’in bu alandaki harcamaları yüzde 400 dolayında artarak, 52 milyar dolardan, 261 milyar dolara yükselmiştir. Özetle, ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine değişmeye devam etmektedir.
Emperyalist sistemin dengeleri sarsılır, ABD hegemonyası çatırdarken, sermaye tarafından iş başına getirtilen Joe Biden, Avrupa ve NATO müttefiklerine ABD’nin tekrar güvenilir bir ortak olduğu mesajını vermek amacıyla Münih Güvenlik Konferansı’nda bir konuşma yaptı. Biden şu mesajı verdi: “Bugün kısa bir süre önce başladığım görevde, ABD’nin Başkanı olarak konuşuyorum ve tüm dünyaya çok açık bir mesaj gönderiyorum. Amerika geri döndü. Transatlantik ittifak geri döndü. Ve geriye bakmayacağız. Şüpheleri silmeme izin verin. ABD, Avrupa Birliği’ndeki ortaklarımız ve başkentleri ile yakın temasta çalışacaktır.” Avrupalı ortaklarına hitap eden Biden, Çin’le “stratejik rekabet” içinde bulunan ABD’nin safında yer almalarını istiyor.
Sarsılan dengeler ve emperyalist ittifak arayışları
Biden ilk icraatlarıyla, Trump döneminde bozulan uluslararası ilişkileri düzeltme niyetini beyan etti. Önceliği ise, emperyalist savaş aygıtı NATO blokundaki dağınıklığı gidermeye verdi. Mart ayı başında “dış politika strateji belgesi” açıklayan Biden yönetimi, Çin’i “esas düşman” ilan etti. Belgede Çin’le ilgili şu ifadeler de yer aldı: “Daha iddialı bir Çin’in ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik gücünü birleştirerek istikrarlı ve açık bir biçimde uluslararası sisteme uzun süreli meydan okuma potansiyeline sahip tek rakip.”
Bu tespite göre politikasını oluşturan Biden yönetimi, Çin karşısında sarsılan batı ittifakını yeniden toparlamak için yoğun bir mesaiye başladı. Trump zamanında sarsılan NATO ittifakını ve sarsılan ilişkileri düzeltmekle işe başladı. Oluşturulan “NATO 2030 stratejisi” kapsamında Çin ile Rusya “güçlü stratejik düşmanlar” ilan edildi. NATO üyesi devletler arasındaki sorunlar, “ortak düşman, ortak çıkarlar” vurgusuyla giderilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, Doğu Akdeniz’de Yunanistan-Fransa-Almanya üçlüsü ile Türkiye arasında yaşanan sorunlar giderilmeye başladı. Özellikle Avrupa Birliği tarafından Mart ayında Türkiye’ye uygulanacağı söylenen yaptırımlar Biden’ın “nazik tavsiyeleri” sonucu gündemden çıkarıldı. Bu arada Avrupa Birliği başkentlerine yapılan ziyaretler ve NATO Dışişleri Bakanları toplantısı aracılığıyla emperyalist batı bloku içindeki sorunları giderme çabaları devam ediyor.
ABD’nin geliştirdiği bir diğer kışkırtıcı hamle ise, “Quad ittifakı” adı altında Çin’i bölgesel olarak kuşatmak için hazırlığa başlamasıdır. Biden yönetimi Avustralya-Hindistan-Japonya üçlüsünü bu ittifaka dahil ederek, ABD’nin başını çekeceği “dörtlü stratejik işbirliği girişimi” oluşturma çabalarını yoğunlaştırdı. Joe Biden, bu bağlamda “Quad ülkeleri” diye adlandırılan Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Avustralya Başbakanı Scott Morrison ve Japonya Başbakanı Suga Yoşihide ile görüşmeler yaptı ve şu mesajı verdi: “Geleceğimiz için özgür ve açık bir Hint-Pasifik bölgesi büyük önem arz ediyor. ABD, istikrarı sağlamak için sizinle, bölgedeki ortaklarımızla ve müttefiklerimizle çalışmaya hazırdır.”
J. Biden Asya-Pasifik politikası kapsamında ilk ziyaretini Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile Japonya ve Güney Kore’ye yaptı. Bu ziyaretlerde Güney Kore’de 26 bin, Japonya’da 50 bin civarındaki ABD askerinin konuşlandırılma sürelerinin uzatılması kararlaştırıldı. ABD emperyalizmi bütün bu adımlarıyla Çin ve Kuzey Kore düşmanlığı üzerinden bölge ülkelerini kendi safına çekmeye, onları Çin’e karşı “Asya NATO’su” olarak adlandırılan bir birlik içerisinde örgütlemeye çalışıyor.
ABD tarafından Çin ve Rusya düşmanlığı üzerinden atılan bu adımlar, karşı cephenin de tahkim edilmesini beraberinde getiriyor. Nitekim Çin ile Rusya ilişkileri son dönemde pek çok alanda geliştiriliyor. Alaska Zirvesi’nin ardından Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’u ağırladı. Wang görüşmede, “ülkelerine yönelik tüm bu saldırılar karşısında Moskova ile stratejik ilişkilerin her anlamda geliştirileceğini ve bunun artık bir zorunluluk olduğunu” söyledi.
Gelinen aşamada Rusya-Çin ilişkileri ticari, askeri, siyasi ve ortak savunma alanlarında hızla geliştiriliyor. Çin Rusya’ya teknoloji ihraç ederken, Rusya ise Çin’e gelişmiş silahlar ihraç ediyor. ABD’nin Çin’i Hint-Pasifik bölgesinde kuşatma çabalarına karşı Çin, Ortadoğu ve Afrika’ya da açılıyor. Mart ayı başında Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi başkanlığındaki bir heyet Suudi Arabistan, İran, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’i ziyaret ederek karşı atak başlattı. Bu ziyaretler Çin’in enerji ihtiyaçları bakımından oldukça önemli. Ayrıca Çin ile bölge ülkeleri arasında “Kuşak ve Yol İnisiyatifi” kapsamında yapılan ticari anlaşmalar bu ağır kuşatma şartlarında Çin’in hanesine yazılmış artılar olarak değerlendiriliyor.
Biden yönetiminin geliştirdiği agresif politikaya karşı Çin ve Rusya’nın çok yönlü işbirliği ile karşılık vermeleri, işlerin eskisi gibi gitmeyeceğine işaret ediyor. Bundan dolayı her iki emperyalist kampın akıl almaz boyutlara ulaşan silahlanmasına tanık olmaktayız. Dünyamızı nükleer silahlar dahil tepeden tırnağa silaha boğan bu emperyalist güçlerin pazar kavgaları ve çıkar çatışmaları üzerinden yeni savaşların tetiklenmesi riski artıyor.
Emperyalistler arası kirli çıkar çatışmalarının bedelini başta işçi ve emekçiler olmak üzere her zaman dünyanın mazlum halkları ödüyor. Ülkeler korkunç savaşlarla yakılıp yıkılırken, halkların payına açlık, sefalet ve ölüm düşüyor. Bundan dolayı, dünya üzerindeki yaşamı ve insanlığın geleceğini tehdit eden emperyalist güçlere karşı başta işçi sınıfı olmak üzere dünya halklarının mücadelesi, her zamankinden fazla bir ivedilik kazanmaktadır. Direnişin tarihi ve sosyal mücadelelerin deneyiminden biliyoruz ki, emperyalizm yenilecek direnen halklar kazanacaktır!