Kızıl Bayrak’ta daha önce yayınlanan yazıyı okurlarımıza Maraş Katliamı’nın 45. Yılı nedeniyle sunuyoruz…
1950 yılında Türkiye, kapitalist kampta yerini sağlamlaştırmak için 5 bin askerini emperyalizmin hizmetinde Kore savaşına göndererek NATO’ya üye olmanın kapılarını araladı. 1952 yılında NATO ülkesi olmasıyla birlikte Türkiye topraklarının dört bir yanı Amerika üsleri, askerleri ve şirketleriyle dolmaya başladı.
1950’li yıllarla birlikte kapitalist gelişimi hızlanan Türkiye’de işçi sınıfı da '60 ve '70’li yıllar boyunca serpilip gelişti. Bu yıllarda Türkiye işçi sınıfı fabrika işgalleri, grevler, direnişlerle ve yükselen sosyal mücadelelerle kendisini göstermekteydi. Sol hareket ve devrimci akımlar da bu atmosfer içerisinde şekillenmeye başladı.
Sınıf mücadelesinin gelişmesiyle burjuvazinin baskı aygıtı olan devlet şiddetini arttırdı ve açık-gizli tüm araçlarıyla devrimci ve ilerici kesimleri ezmeye yöneldi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirmeye bağlıdır. Bunun önündeki engel anarşi ve sosyal huzursuzlukların son bulması gerekmektedir.” Bu gerekçe ile 12 Mart darbesi gerçekleştirildi. Darbenin sağladığı terör rejimiyle birlikte devrimcilere yönelik katliamlar peşi sıra yaşanmaya başladı.
'71 Mayıs'ında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) çalışmaları için arkadaşlarıyla birlikte Elbistan’a giden Sinan Cemgil Denizlerin idamını engellemek için Kürecik’teki radar üssünü basma planı yapmaktaydı. İhbar sonucu kuşatılan THKO militanları Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga devlete karşı büyük bir direniş gerçekleştirirler ve yaşanan çatışmanın sonucunda Nurhak Dağları'nda katledilirler.
Devrimcileri hedef alan sürek avı devam eder. Mahirler Kızıldere’de, İbrahim ise işkencehanelerde tam bir direniş örneği sergileyerek ölümsüzler kervanına katılır.
Maraş Katliamı
Sermaye düzeni 12 Mart darbesiyle hedefine ulaşamaz. Kısa bir süre devrimci-ilerici hareket baskılansa da '70’li yılların ortasında güçlü bir toplumsal hareketlilik yaşanır. Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin ve sol hareketin daha güçlü bir şekilde mücadele alanlarında olduğu bir dönem söz konusudur.
Bu devrimci yükseliş karşısında sermaye sınıfı ve emperyalistler bir kez daha kirli planlarını devreye sokarlar. 1 Mayıs 1977’de planlı bir katliamla kitle hareketinin önünü almayı, toplum içerisine korku duvarları örmeyi umarlar.
1978’de Ankara Bahçelievler’de 7 Türkiye İşçi Parti üyesi genç katledilir. Aynı yılın Aralık ayında Maraş’ta sosyalizm karşıtı propaganda yapan bir filmin sahnelendiği Çiçek Sineması'na bomba atılır. Bunu Alevilerin kahvesine atılan bomba takip eder. 21 Aralık’ta Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) üyesi iki öğretmen öldürülür. Öğretmenlerin cenazesini taşıyan kalabalığa “komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” diyerek saldırır faşistler. 19 Aralık’ta başlayan olaylar giderek ilerici, devrimci güçlerin, Alevi emekçilerin hedef gözetilerek katledilmesine doğru yol alır.
Maraş’ta gerici güçler silahlandırılmış, camilerden yayınlarla tahrik edilmiş, devletin resmi kuruluşları tarafından desteklenmiş ve sokaklara salınmıştır. Günlerce süren saldırılarda devletin kolluk güçleri ancak devrimci, ilerici güçlerin bu saldırıları boşa çıkardığı zamanlarda görülmüştür. Dönemin hükümet partisi CHP, başbakan Ecevit sessizce katliamı seyretmiş, yaşananlara “katliam” tanımı dahi yapmamıştır. Yüzlerce insanın ölmesi, yüzlercesinin yaralanması ve kalanların da göç etmesiyle sonuçlanan vahşet sonrasında sıkıyönetim ilan edilmiştir. Saldırganlar elini kolunu sallayarak dolaşırken katliamda sağ kalan devrimci güçler gözaltına alınmış, işkencelerden geçirilmiştir.
NATO’nun karanlık masalarında tezgahlanmış olan Maraş Katliamı, 12 Eylül askeri faşist darbesinin önünü açmak için devreye sokulmuş vahşi bir katliam olarak sermaye düzeninin siciline işlenmiştir. Elbette hesabı işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesi sonucu sorulacaktır.