Kaçırılan ama yitmeyip kalanlara...

“Anlatılan senin hikayendir.” Ne bir asit kuyusunda, ne bir garnizon bahçesinde, ne bir şeytan üçgeninde, ne de bir kimsesizler mezarlığında son bulmuştur. Sende yaşadıkça da sürmeye devam edecektir.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 28 Mayıs 2013
  • 08:58

Bir pankarttan koparılmış bez parçası gözbağı yapılmıştır. “Eğil, sola-sağa dön, basamak var, adımını yukarı at, düşeceksin, duvar var çarpma!..” İnfaz mangasının tetiğe basmadan önceki son uyarılarıdır. Ancak bu yönlendirmelerin hiçbiri gerçek değildir. Ama bu ana gelmezden önce; kalabalık insan selinin içinden, ya da tenha bir sokaktan, belki güpegündüz, belki kör karanlıkta beyaz bir Reno’ya ya da beyaz bir Toros’a zorla bindirildikten hemen sonra hikaye başlar. “Kaçırılıyorum, adım…, insanlık onuru işkenceyi yenecek!” Bu an, kaçırılıp bir daha kendisinden haber alınamayanların öyküsünün başlangıcıdır. Ve aslında “anlatılan senin hikayendir” gerçektir.

Sorgucu sorularına cevap alamamış, papaz ustaca oynadığı rolüne rağmen amacına ulaşamamış, işkenceci ise o son seansta bile dozajı tümüyle artırmasına rağmen “adından gayrısını” öğrenememiştir. Aylar, haftalar, günler geçmiş, kaç ekip değişmiş sonuç değişmemiştir. Kalan hayatların önüne ölümle örülen barikat aşılamamıştır. Ve nihayet infaz vakti gelmiştir.

Mümkünse son insan sesleri duyulmak istenir. Bir yerlerde bir horozun ötüşü şafağın söktüğünü haber verirken, bir başka yerde korna sesleri işe giden işçileri, ya da günlük koşturmacalar içindeki insanları akla getirir. Hiçbir ses yoksa ve hafif bir rüzgar yüzünü yalıyorsa gecenin en ıssız vaktidir. Yağmur kokusu yoktur, o halde gökyüzü yıldızlarla doludur. Gece, göz bağının arkasından görünür gibi olur. Göz bebeği, göremediği yıldızlara kilitlenmiştir. İnfaz timi panikler, göz bağını iyice sıkar. Hatırlanır şiirin dizeleri: “İki elinle kapatıp yırtığını yaranın, koynunda yıldız taşırsın. Ama düşer yine de yıldız. Düşeceksen sen de bir akşam alacası, güneş gibi düşmelisin. Ardında binlerce yıldız.” (1)

Sanki çok uzaklardan bir çocuk sesi duyulur. Gözleri bağlı olanın, aklı çocukta, çocuğun göremediği güzelliğinde kalır. O gün geldiğinde yaşanılacak eşsiz güzelliklerin miras bırakılacağı çocukları düşünür. İçinden geçen his, kaçırılmadan hemen önce kıvırcık saçını okşadığı o çocuğu anımsatmaktadır.

Yoldaşları gelir aklına. Sorguda, askıda, elektrik akımı dolaşırken bedeninde o mekanik sesin alkol kokan nefesiyle homurdanışını düşünür: “Sen burada bunca eziyet çekerken, yoldaşların şimdi....” Gülümsemek ister, yüzüne yapışan kanın derisini nasıl da gerdiğini fark eder. Yüzünün ve tüm bedeninin uyuşması geçmektedir. Gülümsemesi acı yüklü olsa da hayatının en borçsuz anıdır, müthiş huzurludur. Verdiği sözleri tutmuş, başı önüne düşmemiş, yolu yarıda bırakmamıştır.

O tüm bu güzel duyguları bir bayram elbisesi gibi giyinmişken, şimdi bir yerlerde, duvarlara geleceği müjdeleyen umut resmedilmektedir. Ve nedense dağıtılan bir bildiriyi sesli sesli okumaya çalışan, yüz çizgilerinin derinliğine yıllarını gömmüş sakallı bir ihtiyar gelir aklına. Sanki yumruğunu sıkarak sevecenlikle uğurlamaktadır onu. 

Sonra izlerinden gitmeye çalıştığı yoldaşları gelir aklına. Parmaklarını oynatmaya çabalar, yoklar, hissetmeye çalışır, avuçlarının içi sıcacıktır. Yumruğunu tüm gücüyle iyice sıkmaya çalışır, bu sıcaklığın uçup gitmesini engellemek ister.

“Avuçlarında ellerinin gölgesi dolaşan”(2) yoldaşlarını düşünür. Paylaşılan kurşunların ve paylaşılmayan ölümlerin denkleminde hiç de karmaşık değildir yaşanılanlar. Yoldaşlığın gösterişsiz sadeliğidir ancak. Şimdi yol diye yürüdüğü ve göremediği şu karanlıkta, birden üzeri gazeteyle örtülü, etrafı kan gölüne dönmüş bir ışıltıya bakar gibi olur. Mermi kovanları sokağa saçılmıştır. Ve doldurulup doldurulup boşaltılan şarjörlerin yankısı mıdır kulağını sağır eden. Yoksa şimdiden duyumsaması mıdır, bedenine birazdan saplanacak o mermilerin çığlıklarını?

İşte, az ileride en önde yürüyenleri de görebilmektedir. Başları nasıl da dik ve yolları nasıl da umarsızca adımlamakta, karanlığın üzerine basa basa yürümektedirler. Ne heybetli bir yolculuktur bu. İlerledikçe yeni yeni sesler duyulmakta, yürüyenler çoğalmaktadır. Demir parmaklıkların şangırtısı, slogan sesleri sanki idama yürüyenleri uğurlamaktadır. Mahpushane kokmaktadır her yan. Hapishanenin avlusunda kuruludur darağacı. İdam sehpası hep devrik durmaktadır. 

Islak bir zemine bastığını hisseder. Oluk oluk akan kan sinmiştir sanki her yere. Burası bir hapishanenin hamamı olmalı. Ölümüne bir direnişin içinden geçer. Ve işte On’lar yürümektedirler: “Hafif uzamıştır tıraşları. Şakaklarında taze bir yara vardır amma gözleri gülerek bakmaktadırlar. Dayandık dememişler, dayanmışlardır.”(3)

Şu hemen önündeki, ölümsüzlüğe son uğurladığın, annesine annem dediğin kavga yoldaşın değil midir? Ve sol yanındakinin bedeni neden bir deri bir kemiktir? Tenindeki bu solgunluk... Nasıl unutulabilir, kaç mevsim devrilmiştir, aç susuz! Alnında ki o kızıl bant hiç solmamıştır hala.   

Yoldaşları gelir aklına! Yalansız, hilesiz yaşanmışlıklar, yokluğun bölüşülüp umudun büyütülmesi gelir aklına. Vedasız ayrılıklar, tesadüf kavuşmalar ve asla unutmayışlar gelir.

Fabrika önünde dava kardeşi direniş çadırını kurmuştur, çayını demlerken yanından geçer. Gece vardiyasında yoldaşı, gözleri tetikte günler öncesinden hazırlığı yapılan grevin düşlerine dalmaktadır. Yeni başlayan korsan bir gösterinin tam ortasından geçerken hiç kimse duymadan o da katılır söylenen marşlara.

Sevdikleri gelir aklına! Anlatamadıkları yarım kalan bir mektup gibidir. Ne çok şey vardır henüz söylenmemiş olan. Sığdıramadığı her şeyi bir çırpıda anlatabilseydi keşke. Annesi gelir aklına, bütün annelerin ismi Berfo’dur şimdi. Yüzüne vuran serinlik son kez çıktığı evin hep açık kalan kapısından gelmektedir. Bilir, hep gelecekmiş gibi beklenecektir yıllarca. Meçhule yapılan bu yolculuktan yıllar sonraya yorgun ve yaşlı bir anne sesi kalacaktır: “Hiç değilse oğlumun kemikleriyle gömün beni.” 

Ve vakit gelmiştir. Yürürlükte olan “gece ve sis kararnamesi”dir.(4) Bundan sonrası da elbette başkaları tarafından anlatılmaya devam edilecektir. Saçlarına yıldız düşmüş annelerin ellerindeki resimler, mutlaka cellatlar için de kabus olacaktır.(5)

“Anlatılan senin hikayendir.” Ne bir asit kuyusunda, ne bir garnizon bahçesinde, ne bir şeytan üçgeninde (6), ne de bir kimsesizler mezarlığında son bulmuştur. Sende yaşadıkça da sürmeye devam edecektir.   

 

Dipnot:             

1) Nevzat Çelik

2) Nazım Hikmet

3) Nazım Hikmet

4) Zorla kaybetmenin bir devlet yöntemi olarak kullanımına ilişkin Nazi rejiminin 1941’de yürürlüğe koyduğu Gece ve Sis Kararnamesi

5) Öldürdükleri insanların birçoğunun slogan attığını, geri adım atmadıklarını, bu yüzden de bu insanlara hayranlık duyduğunu söyleyen kontrgerilla tetikçisi Ayhan Çarkın, Hüsamettin Yaman ve Soner Gül olayını şöyle itiraf etmektedir; “Yere çömeldiler. Tam tetiği düşüreceğimizde ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!’ diye slogan attılar.” Çarkın, işkencede öldürülen Ayhan Efeoğlu’nun katlini de şöyle anlatıyor: “O dönem çok patlayıcı imha ederdik öyle bir paket sandım. Bir açtık içinden insan çıktı sonra Cumartesi Anneleri’nin elinde fotoğrafını görünce gömdüğümüz kişinin o olduğunu anladım, mahvoldum. Öldürdüğümüz insanların fotoğraflarını taşıyorlardı. Yaman ve Gül ile Efeoğlu’nu öldürdüğümüzü bu fotoğrafları görünce anladım.” Cumartesi Anneleri’nin eylemlerini uzaktan izleyen Çarkın, Cumartesi Annneleri’nin rüyalarına girdiğini de söylemektedir.     

6) Adapazarı-İzmit-Sapanca bölgesine verilen isim. Bu bölgede kontr-gerilla tarafından 1993-96 yılları arasında sayısız faali meçhul cinayet işlenmiştir.