İçinden geçilen dönemde sermaye devleti, kendisini iç siyasal gelişmelerin neticesinde yeniden biçimlendiriyor. AKP’nin savaş hükümeti hem bölgesel, hem de içerde kendini yeni duruma göre dizayn ediyor. Bu haliyle her ne kadar duruma “yeni” denilse de esasında “eski”yi temsil ediyor. AKP de kendinden öncekilerin yaptığı gibi yaşadığı kritik bir kriz dönemi içerisinde ayakta kalmak için devlet terörünü tek çare olarak görüyor. Erdoğan’ın tartışmasız yönlendiriciliğinde ortaya çıkan verili durum, burjuva demokrasisinin sınırlarını fazlasıyla gösteriyor.
Kürdistan’da kirli savaş sürdüren sermaye devleti, “Batı”da da baskı, yasak, zorbalık ve gözaltı-tutuklama terörü ile devrimci ve ilerici güçlerin sesini kesmeye çalışıyor. Özellikle İstanbul ve Ankara’da eylemlere yönelik alan yasakları, standlara saldırı vb. uygulamalar devreye sokuluyor.
İç Güvenlik Paketi ile birlikte keyfi uygulamaların, toplumsal muhalefete dönük saldırıların arttığı bir zamanda, bu zorbalık başta çocuklar olmak üzere Kürt halkının üzerine plastik değil, gerçek mermilerle yağan ölüm olmakta. Bu topraklarda mücadele eden devrimciler ve Kürt halkı için “yeni” olmayan bu “eski” durumda, devlet terörünün bilinen yöntemleri tüm acımasızlığıyla devreye sokuluyor. Estirilen zulüm için gerekçeler bile aranmıyor. “Ölü ele geçirmek” için resmi bir açıklama yetiyor. Kanlı infazlar, Ekin Wan şahsında tüm insanlığa yapılan saldırılar sermaye devletinin uygulamalarının kesintisiz olduğunu gösteriyor. Adana’da olduğu gibi gözaltına alınan Kürt kadınlarının cinsel işkencelere maruz kalıyor olmaları da öyle. Devlet sözcülerinin kullanmayı çok sevdikleri “devlette süreklilik esastır” sözü işte bu faşist saldırılar, katliamlar, ahlaksızlık ve gericilik üzerinden karşımıza çıkıyor.
Kuşkusuz AKP ve Erdoğan’ın belirleyici inisiyatifyle bunlar hayata geçirilirken tüm bu terörü sadece AKP ile sınırlamak da gerçekçi değildir. ABD emperyalizmi hala kuklasını oynatmaya devam etmekte, devletin polisinden askeriyesine, hukukçusundan gazetecisine tüm kurumları bu saldırganlıkta taraf olmaktadır. Erdoğan’ın artık 90’lı yılların aşıldığını söylediği zamanlardan bugüne geçen şu kısa sürede, devletin kanlı tetikçilerinin görevlerinin başından bir an bile olsun ayrılmadıkları da böylece ortaya çıkmış oldu. Ortada olan gerçek sermaye devletinin ta kendisidir.
Başta AKP’yi sandıkta yendiklerini düşünenler olmak üzere işçiler, emekçiler, Kürt halkı, Alevi emekçiler, kadınlar, gençler bu zulüm düzenini sokakta, fiili meşru mücadele yöntemiyle geriletip, hak ve özgürlüklere bu mücadele sonucu ulaşabildikleri müddetçe demokratik kazanımların önü açılacaktır. Aksi takdirde şu geçici hükümette bakanlarınız olsa da, sermaye devletinin parlamentosunda onlarca vekiliniz olsa da düzenin gidişatı gereği devlet terörünün düğmesine basılmışsa tüm bu medyatik şahsiyetler, makamlar bir valinin, emniyet amirinin kararı gereği bir adım dahi atamamaktadır.
Kasım’da kavga başkadır!
Yürürlükte olan “eski” terör aygıtlarıdır. Ancak örneklerini gördüğümüz üzere direniş karşısında çoktan paslanmış, etkisini yitirmiştir. Tüm bu nedenlerden ötürü izlenmesi gereken yolu görmek için bugüne değil, geçmişe bakmak yeterli olacaktır. Yapılması gereken şey, yapılıp yapılmaması bile Erdoğan “hazretlerinin” keyfine bağlı olan 1 Kasım seçimlerine bel bağlamak değil, Kasım ayını bugünden başlayarak kavga mevsimine çevirmek olmalıdır. Ne de olsa Kasım ayı aynı zamanda bu sömürü düzeninde “buzun kırılıp, yolun açıldığı” bir milattır, o halde bu coğrafyada yaşayanlar için de bir mücadele çağrısı olmalıdır.