Aylardır burjuva partilerinin her türden boş ve dayanaksız vaatlerle emekçilerin gündemini işgal ettikleri seçim oyunu nihayet 26 Eylül Pazar günü verilen oy işleminin ardından sona erdi.
Seçimlerden çok sürpriz bir sonuç çıkmazken, çıkan sonuçlar aşağı yukarı ön tahminleri doğrulayan nitelikte oldu.
Pazartesi günü itibarıyla kesinleşen sonuçlara göre, eski Başbakan Merkel’in partisi CDU tarihi bir hezimet anlamına gelen büyük bir oy kaybı yaşadı. SPD, CDU’yu geçerek birinci parti oldu. Yeşiller ise oylarını ciddi oranda arttırdı. FDP de oylarını arttıran bir başka parti olurken, Irkçı parti AfD de küçük de olsa oy kaybına uğradı. Solun en büyük kaybedeni ise, %5 barajını bile geçemeyen Die Linke (Sol Parti) oldu.
Seçim sonuçlarına göre partilerin aldıkları oy oranının ve kazandıkları milletvekili sayısının önceki seçimlerle karşılaştırması şu şekilde:
Hristiyan Demokrat Birliği (CDU/CSU): %24,1 - 196 Mv. – (-8,9 -2017 seçimlerine göre)
Sosyal Demokrat Parti (SPD): %25,7 - 206 Mv.- (+5,7)
Birlik 90 / Yeşiller ( Bündnis 90 / Die Grünen): % 14,8 - 118 Mv. – (+5,8)
Özgür Demokratlar Partisi (FDP) : %11,5 - 92 Mv. – (+0,8)
Almanya İçin Alternatif (AfD) : %10,3 - 83 Mv. – (-2,3)
Sol Parti (Die Linke) : %4,9 ; 39 Mv.- (- 4,3)
Diğerleri : %8,7 - 1 Mv. – (+ 3,8)
Tablodan da görülebileceği gibi 16 yıldır ülkeyi yöneten en büyük parti olan CDU, tarihinin en düşük oyunu alarak tam bir hezimete uğradı. Yüzde 24’lük oy oranıyla, on yıllardır hep önünde yer aldığı SPD’nin gerisine düştü. Özellikle son dört seçimdir iktidarda olan CDU, yarattığı sosyal yıkımla emekçileri ciddi bir yoksulluğa itti. Ektiği rüzgarlar, sandıkta da olsa kendisine fırtına olarak geri döndü. Buna rağmen, hezimeti gizlemek için kuyruğu dik tutarak, seçmenine hükümet kurabileceğini söylese de bunun tamamen SPD’nin isteğine bağlı olduğu aşikardır. Sermayenin gönlünün hala onda olması da bu gerçeği değiştirmiyor.
İki dönemdir iktidar ortağı olduğu halde, seçimlerde adeta muhalefet pozuna bürünen ve bunu sosyal demagoji ile birleştirmeyi iyi beceren SPD, seçimlerden en kazançlı çıkan parti oldu. Önceki seçime göre oylarını %5’in üzerinde arttırarak hem birinci parti oldu ve hem de on yıllardan sonra ilk defa ezeli rakibi CDU’yu geride bırakmayı başardı.
SPD’nin ileri sürdüğü bazı sosyal talepler (12 € saat ücreti, servet vergisi, konut sorunu, emeklilik vb…), sermayenin dönemsel bazı hedeflerine karşıt gibi görünebilir. Fakat bunu emekçileri düşündüğü için değil, has partisi olduğu sistemin selameti için ileri sürdüğünden kuşku yoktur. Zira o, tarihsel deneyimlerinden biliyor ki, sistemin sürdürülebilir olması, bazı güncel tavizler vermekten daha önemlidir.
Yeşiller önceki seçimlere göre oylarını önemli oranda arttırarak üçüncü parti oldu. Bu sonuçla tarihinin en yüksek oyunu elde etti. Çevre sorunu gibi önemli ve gittikçe aciliyet kazanan bir sorunu yoğun olarak suistimal eden Yeşiller’in seçimlerde daha büyük bir çıkış yapması bekleniyordu. Hatta seçimlerden iki gün önce gerçekleşen ve yüzbinlerin katıldığı “iklim grevinin” onların yelkenlerine rüzgâr taşıyacağı sanılıyordu. Fakat bu gerçekleşmedi.
Bunun sebepleriyle ilgili yapılan yorumlarda iki şey öne çıkıyor. Birincisi, sermayenin Yeşiller’in ani ve hızlı yükselişinden rahatsız olması. Sermaye sınıfı, onların özellikle çevre ile ilgili ileri sürdüğü kimi vaatlere bakarak, Yeşiller’in etkili olabileceği bir koalisyonu “erken” bularak ona karşıt bir propaganda yaptı. SPD’yi de katarak, olası bir “sol” koalisyonun “istikrarsızlık” doğuracağı tezi basında yoğun olarak işlendi. Tabi SPD’ye yönelik eleştirilerin esas hedefi de Yeşiller ve Sol Parti idi. Bütün bu eleştiriler, komplolar ve kulis faaliyetleri bu partinin ve kısmen Die Linke’nin oylarının düşüşünde rol oynadı denebilir.
Öte yandan Yeşiller’in çevre ile ilgili duyarlılığa seslenmesine rağmen, bunun emekçilerde beklenen etkiyi yaratmadığı görülüyor. Zira sermaye sınıfı çevreye ilişkin almayı düşündüğü bütün önlemlerin ekonomik yükünü emekçilere yıkmak istiyor. Dizel yasağı, yükselen elektrik fiyatları, karbondioksit vergisi, gittikçe artan hayat pahalılığı gibi tüm olgular emekçinin yaşamını olumsuz etkileyen gelişmelerdir. İklim krizi insanları tedirgin etse bile, bu kaygı emekçilerin daha somut ve daha güncel çıkarlarının önüne geçemiyor doğal olarak. Bu iki olgu bir arada, Yeşillerin artan çevre duyarlılığını oya tahvil etme planlarının aksamasında önemli rol oynadığı görülüyor.
Seçimlerden kayıpla çıkan bir başka parti ise Die Linke oldu. 2017 seçimlerinde ciddi bir yükseliş göstererek %9,2 oy alan Die Linke, bu seçimlerde bu oranın yarısına ancak ulaşabildi. Aldığı %4,9 oy oranıyla, Almanya’da %5 olan seçim barajına takıldı. Baraj engeline rağmen, üç direkt adayının seçilmesinden dolayı, mecliste 39 milletvekiliyle temsil edilecek. Fakat parlamentoda grup kurma hakkı bulunmayacak.
Tabanda emekçi hareketinden gittikçe uzaklaşan, bazı parlamenter başarılar uğruna gittikçe bürokratlaşan, ilkelerini esneten ve zamanla SPD’nin “solda” bıraktığı boşluğu doldurmaya heveslenen Die Linke’ye bu yeni yönelim pahalıya mal oldu. Oysa ki, reformist bile olsa, sol kimlikli bir partinin gelişmesi ve büyümesi için şartlar her zamankinden daha olgundu. Bu koşullarda rolünü oynayamayan Die Linke’nin seçimlerde SPD’ye göre daha “radikal” birtakım talepler ileri sürmesi, rolünü SPD’ye kaptırmasına engel olamadı yine de.
Homojen bir yönetim anlayışından mahrum olan Die Linke’nin bu şekilde yoluna devam etmesi biraz güç. Ya sisteme kendini daha fazla kabul ettirmek uğruna daha da sağcılaşacak; ya da eski klasik çizgisine geri dönerek, emekçilere daha yakın ve daha mücadeleci bir yol izleyecektir. Hangi eğilimin baskın geleceğini zaman gösterecek.
Diğer partilerden FDP oylarını az da olsa arttırarak, istikrarını korumayı başardı. FDP aldığı oylar ve işgal ettiği yer itibarıyla olası bir üçlü koalisyonun temel bileşenlerinden biri olacak.
Irkçı-faşistlerin toplanma odağı olan AfD seçimlerde yaşadığı %2,3’lük oy kaybına rağmen, aldığı %10,3’lük oy, Almanya gibi bir ülkede hiç de küçümsenir bir rakam değil. Birkaç seçimdir fazla bir dalgalanma yaşamadan toplumdan gördüğü destek, onun da artık sağın kitle desteği olan temel bir partisi haline geldiğini gösteriyor.
AfD’nin halihazırda herhangi bir koalisyonda adı geçmiyor. Zira aldığı oy oranı ile meşruluğu aynı paralellikte değil. Kimse henüz onunla iş tutmaya cesaret edemiyor.
Geriye “diğerleri” olarak anılan, sağından soluna kadar onlarca parti, grup ve oluşumun oluşturduğu kesim kalıyor. Bunların aldığı oyların toplamı %8,7’ye tekabül ediyor. Devrimci olma iddiasıyla seçimlere katılanların yarattığı doğal fark dışta tutulursa, geri kalanların seçime toplam katılımı yükseltmek dışında bir etkisi yoktur.
Kurulacak hükümet için beş ayrı versiyondan bahsediliyor. Bunlardan en ağır basanı, SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu olduğu gözleniyor. Fakat perde arkasında dönen kirli hesaplardan haberimiz olmadığı için, nihayetinde nasıl bir biçim alacağını tam kestirmek güç.
SPD’nin işçi sınıfı içindeki şubesi gibi çalışan sendika bürokrasisi de çıkan sonuçlardan son derece memnun. Ver.di başkanı Frank Werneke yaptığı açıklamada, SPD’nin vaatlerine gönderme yaparak, “önümüzdeki dönem işçiler için sıfır sözleşme dönemi kapanacaktır” diyerek, işçilerde boş beklenti yaratmayı ihmal etmedi.
Almanya seçimlerinde toplam 60,4 milyon seçmen oy kullanma hakkına sahip olurken, seçime katılım oranı bir önceki seçimlerde %76,2 iken, bu seçimlerde az bir artışla %76,6 olarak gerçekleşti. Burjuvazi bunu demokrasinin iyi işlediğine kanıt saysa bile, yeni eklenen seçmenler, seçime katılan partilerin sayısındaki ciddi artış ve seçmenlerin yaş ortalamasının yüksekliği gözetildiğinde, seçime katılım konusunda ciddi bir artış söz konusu değil. Almanya’da mevcut seçmenlerin %70 gibi yüksek bir oranda 40 ve üstü yaş grubuna ait. Bu seçmen profili, seçimlerde oy oranlarının yükselişinde önemli bir rol oynuyor. Seçimlerde çoğu sol partilerde olmak üzere, toplamında 66 Türkiyeli adayın da yarıştığı belirtiliyor.
Alman tekelci sermayesi seçim süreci boyunca, olası bir “rot-grün-rot, yani SPD-Yeşiller-Sol Parti koalisyonunu istemediğini, bunu dönemsel çıkarlarına pek uygun bulmadığını açıkça belli etti. Bunun için seçimlere hiç olmadığı kadar müdahil olmaya çalıştı. Ortaya çıkan tablonun sonucunda, ciddi bir “kaza” yaşanmadan, bu “tehlikenin” de bertaraf edilmesi onları rahatlatmışa benziyor. Verili koşularda her şeye rağmen bunu, “istikrarın” yakalandığına kanıt sayıyorlar.
Fakat öte yandan, Almanya tarihinde ilk defa birinci olan parti %30’un altında oy aldı. Yine, eğer gerçekleşirse ülke ilk defa üçlü bir koalisyona tanıklık edecek. Bu olguların hepsi bir arada, onların bahsettikleri “istikrarın” aksine, kitlelerin burjuva partilerine ve sisteme ciddi bir güvensizlik duyduğunu gösteriyor.
Alman burjuvazisi, tüm dünyada gittikçe kızışan hegemonya yarışına, artan uluslararası rekabete, yükselen militarizme ve silahlanmaya daha ileriden müdahil olmak için hazırlık yapıyor. Bu yönelimin kendisi, içerde emekçiler için daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizlik, daha fazla polis devleti ve daha fazla siyasal baskıdan başka bir sonuç üretmeyecektir.
Hükümette mevcut burjuva partilerin hangisi olursa olsun, ülkenin rotasını belirleyecek olan sermayenin çıkarlarıdır. Hepsi ona hizmet etmekle yükümlüdürler. Bu ibreyi emekçilerden yana döndürebilecek biricik yol, onların sermayeye karşı, sınıf çıkarları temelinde yükseltecekleri örgütlü ve birleşik mücadele olacaktır.