Almanya'da yaklaşan seçimler üzerine…

Almanya işçi sınıfı ve emekçileri 26 Eylül'deki genel seçimlerde hiçbir burjuva partisine tek bir oy bile vermemelidirler. Eğer varsa, sadece, "Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde" hedefiyle seçimlere katılan devrimci parti, örgüt veya bireyleri desteklemelidirler.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 17 Eylül 2021
  • 08:00

Burjuva partilerine oy yok! Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!

Avrupa’nın en büyük, dünya kapitalizminin de önemli ülkelerinden biri olan Almanya’da 26 Eylül 2021’de yapılacak genel seçimler yaklaşıyor. Ülkeyi dört yıllığına yönetecek hükümetin belirleneceği seçimlerin ardından 16 yıllık kesintisiz Merkel dönemi sona erecek. Seçim sonuçları Almanya’da olduğu kadar, dünyada ve Türkiye’de de merakla bekleniyor.

Seçimler, kapitalizmin dünya çapında yaşadığı çok yönlü ve ağır kriz koşullarında gerçekleşiyor. Ekonomik, sosyal, siyasal ve çevresel boyutları olan söz konusu kriz korona pandemisiyle daha da ağırlaştı. Almanya da bu krizden azade değil. Almanya’daki işçi ve emekçiler de krizi etinde kemiğinde hissediyor. Özellikle pandemi ile birlikte artan işsizlik, yoksulluk, gelir uçurumu, ağırlaşan çalışma koşulları, yükselen ırkçılık, artan siyasal gericilik, rekor enflasyon artışı ve hayat pahalılığı emekçilerin yaşamını gün geçtikçe zorlaştırıyor.

Bu tablo işçi ve emekçilerin kapitalist sisteme ve sistemin siyasal temsilcileri olan burjuva partilerine olan güveninin gün geçtikçe azalmasına sebep oluyor. Seçimlere katılımın oranının 1990’lardan bu yana sürekli düşmesi bunun en bariz ifadesidir. Kitlelerin oy ve güven kaybında iktidar partileri başı çekiyor. Bazı düzen partilerinin zaman zaman yükselen oy grafiği ise, sisteme karşı artan toplam güvensizlik tablosunu değiştirmiyor.

Buna rağmen her seçimde sayıları gittikçe artan çeşitli isim ve renkteki burjuva parti ve oluşumları, çoğu yalan ve boş enva-i türlü vaatle emekçilerin bilincini çelerek, onların oylarını almak için birbirleriyle kıyasıya bir yarışa giriyorlar. Şimdilerde başınızı ne tarafa çevirseniz rastlayacağınız sayısız afiş, bildiri, ilan, toplantı, miting vs. tüm uğraşlar buna hizmet ediyor. Kuşkusuz burjuva partilerin emekçilerden aldıkları her oy, bir sömürü ve baskı düzeni olan kapitalist sistemi meşrulaştırmak ve onun ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

CDU düşüşte, SPD toparlanıyor, Yeşiller yükselişte

26 Eylül seçimlerine, 43 başvuru ret edilmesine rağmen, toplamında 53 parti ve oluşum katılıyor. Alman parlamentosunda şu anda 6 grup ve 7 parti var. Son seçimlerde olduğu gibi, bu seçim yarışı da esas olarak bunların arasında geçecek. Düzen patilerinin başında, burjuvazinin ve Alman sağının has temsilcisi CDU geliyor. Onu, SPD, Yeşiller, FDP, AfD ve Die Linke takip ediyor. Almanya’da %5 olan seçim barajını aşıp aşmayacağı tartışmalı olan Die Linke dışındakilerin hepsi iktidara aday partiler.

CDU Almanya’da tam dört dönemdir iktidarda bulunuyor. Bu 16 yılın 8 yılı tek başına, geri kalanı ise SPD ile koalisyon içinde geçti. Almanya’da genel seçimleri önceleyen ve birbiri ardına yapılan bir dizi eyalet seçimlerinin neredeyse tümünde ciddi oy kaybına uğradı. CDU Angela Merkel’in yerine geçen ve şimdiki Kuzey Ren Westfalya (NRW) eyaletinin başbakanı olan Armin Laschet’i başbakan adayı olarak gösterdi. CDU, son yapılan eyalet seçimlerde, başta başbakan adayının bulunduğu NRW olmak üzere, Baden-Wüttemberg ve Rheinland-Pfalz gibi üç önemli eyalette ortalama %3’ün üzerinde oy kaybetti.

CDU başta kötü pandemi yönetimi olmak üzere, ülkede 16 yıldır yaratılan sosyal yıkımın faturasını ağır ödüyor. Son yapılan anketlerde SPD’nin gerisinde görünüyor. CDU seçim propagandasında ekonomik istikrar, güvenlik politikaları ile ailenin korunması ve güçlendirilmesi gibi konulara ağırlık veriyor. CDU’daki irtifa kaybında, uzun yıllardır değişik kesimler arasında iyi kötü dengeli bir politika izlemeyi başaran Merkel’in yerini doldurmaktan uzak bir performans sergileyen Lacshet’in de payı var kuşkusuz. Özellikle son sel felaketi karşısındaki ciddiyetten uzak ve umarsız tavırları hem parti içinde hem de kamuoyunda ciddi eleştirilere konu oldu. CDU, son kamuoyu araştırmalarında %20 bandında bulunuyor.

SPD, Alman burjuvazisi ne zaman dara düşse, onun sigortası gibi her zaman hazır ve nazır olan bir parti olarak, yine bu tarihsel rolüne uygun davranıyor. Sistemin krizde olduğu bir süreçte bir kez daha sosyal demagojiye başvurarak, sistemi rahatlatmaya çalışıyor. Pandemiden önce SPD’nin itibarı ve oy oranı yerlerde sürünüyordu. Bir dizi eyaletin yanı sıra, hep kalesi olagelen NRW’de son seçimlerde %7,1 oy kaybederek tarihi bir hezimete uğradı. Seçimler yaklaşırken gittikçe toparlandığı gözleniyor. Son istatistikler %20-25 arasında oyu olduğuna işaret ediyor. Böylece on yıllardan sonra ilk defa ezeli rakibi CDU’yu geçmiş görünüyor.

SPD son sekiz yıldır CDU ile koalisyon halinde ülkeyi birlikte yönetiyor. Bu süreç içerisinde tali bazı konulardaki çıkışları hariç, emekçilerin tarihsel kazanımlarının gasp edilmesi, silahlanma, militarizm ve polis devletine geçiş gibi konularda adım atmakta CDU’dan hiç de geri kalmadı. Seçimlerdeki başbakan adayı Olaf Scholz, Finans Bakanlığı gibi önemli bir bakanlığın başında bulunuyor hala. Bunun dışında Ekonomi, Eğitim, Dışişleri ve Çalışma Bakanlığı gibi dört önemli bakanlığın daha başında SPD’liler bulunuyor. Yani SPD bu ülkede olup biten her şeyden doğrudan sorumluluğu olan bir partidir.

Buna rağmen SPD son derece kurnaz ve ikiyüzlü bir tutumla, kendisini sanki muhalefetteymiş gibi pazarlamada başarı sağlamış görünüyor. Bütün bunlardan öte, kuşku yok ki, SPD’nin asıl başarısı, seçimle sınırlı ve seçimin hatırına da olsa, klasik sosyal demokrat çizgiye dönmüş pozlarına bürünmesindedir. SPD, 12 euroluk asgari saat ücreti, özel sigortaların kaldırılıp herkesin genel sigorta kapsamına alınması, zenginlerden servet vergisi alınması, herkese yeterli ve ucuz konut hakkı gibi can alıcı sosyal sorunları yoğun bir şekilde propaganda ediyor. Daha önce bu tür sorunları neredeyse tek başına propaganda eden Die Linke’nin de tipik sosyal demokrat bir çizgiye doğru yol alması, bu sorunları sahiplenen ve iktidar olma şansı bulunan SPD’ye pirim yaptırıyor.

Eylüldeki genel seçimlerin belki de en sürpriz çıkışını Yeşiller’in yapması bekleniyor. Yeşiller tarihlerinde ilk defa bir başbakan adayı çıkarıyor. Başbakan adayı olarak genç bir kadın adayı, Annalena Baerbock’u vitrine çıkaran Yeşiller, iki seneden bu yana yapılan hemen tüm eyalet ve yerel seçimlerde oylarını ciddi olarak arttırdı. 2020 Eylül’ünde yapılan NRW seçimlerinde oyunu %8,3 arttırarak, %20 oy oranıyla ciddi bir çıkış yaptı. NRW ile birlikte, Rheinland-Pfalz ve Baden-Wüttemberg gibi üç önemli eyaletin parlamento seçimlerinde oy oranını ortalama yaklaşık %5 civarında arttırmış bulunuyor. Bu ani ve hızlı yükselişleri bazı sermaye çevrelerinde rahatsızlık yaratmışa benziyor. Başbakan adayı Baerbock’un yazdığı kitapta intihal yaptığı iddiasıyla basında hedef haline getirilmesi bu rahatsızlığın ürünü şeklinde yorumlanıyor. O kampanyadan bu yana oyları %20’nin altına düştü.

Yeşiller uzun yıllardan bu yana olduğu gibi bu seçimlerde de diğer bazı sosyal sorunların yanı sıra, esas olarak çevre sorununu propagandasının merkezine koyuyor. Küresel ısınmanın tetiklediği iklim krizi, çevre sorununu neredeyse toplumun en acil ve en başat sosyal sorunu konumuna getirmiş bulunuyor. Yeşiller, çoğu vaatte kalmaya mahkum olsa bile, çevrenin korunması ve sera gazlarının azaltılması konusunda bir dizi acil ve radikal önlemin alınması gerektiğini savunuyor. Ağırlaştığı oranda insanları, özellikle de genç kuşakları son derece tedirgin eden çevre sorununu istismar eden Yeşiller, bunu oya tahvil etmede şimdilik başarı sağlamış bulunuyor. Ayrıca partinin çevre konusunda son derece duyarlı ve dinamik bir gençlik örgütüne sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu gençler, Almanya’da son zamanlarda gelişen çevre eksenli eylem ve etkinliklerde ciddi bir rol oynuyorlar.

Uzun yıllardan bu yana savaş, militarizm, silahlanma, yurtdışına asker gönderilmesi gibi konularda gittikçe sağa kayan ve bu haliyle tipik bir burjuva partisine dönüşen yeşillerin çevre sorununda ne kadar tutarlı olup olmadığı başka bir değerlendirme konusu. Ancak temiz bir çevrenin kapitalizm içinde kalarak ve ekonomiye zarar vermeden gerçekleşebileceğini iddia etmesi bile, onun bu konudaki sınırlarını ve samimiyetini ölçmemize yetiyor. Halihazırda 10’u aşkın eyalette hükümet ortağı olan Yeşiller, sermaye sınıfı ile çoktan bütünleşmiş ve rüştünü kanıtlamış bir partidir.

Liberal burjuvazinin tipik partisi FDP ile ırkçı-milliyetçi oyların değişmez adresi olan ırkçı-faşist AfD ise sistem içindeki konumlarını, rollerini ve oy oranlarını genel olarak koruyorlar. Faşist AfD son seçimlerde kimi eyaletlerde oy kaybı yaşasa bile, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı NRW’nin son seçimlerinde oylarını ikiye katlaması (%2,5’ten %5’e çıkardı) kaygı vericidir. 2017 genel seçimlerinde %12,6’lık bir oy patlamasıyla üçüncü parti olan ve ilk defa Federal Meclis’e girmeyi başaran AfD, toplumda kışkırtılan göçmen karşıtı atmosfer düşünüldüğünde, bu seçimlerden de ciddi bir oy kaybı yaşamadan çıkacağa benziyor. FDP ve AfD tek başlarına bir önem arz etmeseler bile olası üçlü ve dörtlü koalisyonlarda kilit rol oynayabilirler. Son tahminler her iki patinin de %10-12 civarında oy alacağını öngörüyor.

Düzen solunun en solunda yer alan Die Linke (Sol Parti) de son yıllarda gittikçe güç kaybeden bir parti. Göçmen hakları, ırkçılık, faşizm, savaş, militarizm, silahlanma ve siyasal gericilik konusunda özel bir hassasiyeti olan bu partinin sol kimliği gittikçe aşınıyor. Olası bir SPD-Yeşiller-Sol Parti koalisyonun hayali bile bu partiyi heyecanlandırmaya yetiyor ve bunun için en hassas olduğu bazı “ilkelerini” bir tarafa bırakmaya hazır. Geçenlerde Die Linke’nin tepe adaylarından biri olan Dietmar Bartsch’ın bu türden bir koalisyon için NATO’dan çıkmayı koşul olarak ileri sürmeyeceklerini söylemesi buna bariz bir örnektir. İktidar ortağı oldukları bir iki eyalette pek bir fark yaratabilmiş değiller. Kiraların astronomik derece yükseldiği, konut sorununun en yoğun yaşandığı, geçenlerde binlerce kişinin sorunu protesto etmek için sokağa çıktığı Berlin buna iyi bir örnektir.

Süreç içinde gittikçe sağa kayan Die Linke, gelinen yerde adeta SPD’nin sol kanadı gibi davranmaya başladı. İleri sürdüğü vaatler SPD’ninkine çok benziyor. SPD 12 euro derken, Sol Parti 13 euro asgari saat ücreti diyor.

Die Linke’yi tipik bir sosyal demokrat partiden ayıran asıl şey, onun işçi ve emekçilerle tabanda kurduğu bağdı. Bu parti daha önce işçi ve emekçilerin taleplerini yüksek sesle dillendiriyor, çeşitli işçi eylemlerini ve direnişleri sahipleniyor, yer yer onların örgütlenmelerine yardımcı oluyor veya çeşitli mitingler düzenliyordu. Emekçilerin ve ezilenlerin parlamentodaki kürsüsü olmaya çalışıyordu. Son yıllarda bu çizgiden ciddi bir sapma var. Gelinen yerde işçi ve emekçilerin sorunlarına karşı sendika bürokrasisinden bile daha geri bir tutum içerisindedir. Emekçilerle Sol Parti arasında artan mesafenin asıl sebebi, onun yaşadığı bu kimlik ve konum kaybıdır.

Son anketler, Die Linke’nin %6 civarında oy alacağını gösteriyor. Bu oran son seçimde aldıkları %9,2’lik orandan neredeyse yarıya yakın bir düşüş anlamına geliyor ki, bu gidişle %5’lik seçim barajına takılmaları da ihtimal dışı değil.

Geriye, devrimci ve komünist sıfatıyla ve emekçilerin temsilcisi olma iddiasıyla seçimlere katılan parti ve gruplar kalıyor. Bu parti ve örgütlerin işçi ve emekçilerin acil sosyal talepleri ile kimi devrimci sloganları toplumun gündemine taşımaları önemlidir kuşkusuz. Fakat bunu yaparken seçimleri ve burjuva parlamentosunu açık ve kesin bir dille teşhir etmemeleri, oy toplama kaygısına düşmeleri; daha da önemlisi, kapitalizm teşhiri ve sosyalizm propagandası yapmalarına rağmen, bunu devrimden kopararak yapmaları, onları reformist ve parlamentarist bir platforma düşmekten kurtaramıyor maalesef. Kimi Türkiyeli devrimci-demokrat grupların da bu platformu desteklediklerini belirtmek gerekiyor.

Mevcut partilerin oy oranlarına bakılırsa seçimlerden sonra en az üçlü ve hatta dörtlü bir koalisyonun dışında bir hükümetin kurulması oldukça zor görünüyor. Bu da yaşanan ekonomik krize bir de siyasi krizin eşlik etme ihtimalini güçlendiriyor.

Bu arada tekelci Alman sermayesi daha önce hiç olmadığı kadar seçimlere doğrudan müdahil oluyor. Kimi tekelci basın kuruluşlarına verdikleri demeçlerde açıkça sağ bir koalisyondan yana olduklarını belli ediyorlar. Olası bir “sol koalisyonun” Almanya’nın rekabet gücünü ve gelişmesini frenleyeceğini propaganda ediyorlar.

Seçimler ve burjuva parlamentosu emekçilerin sorunlarını çözemez!

Seçimler burjuvazinin dört yılda bir gündeme getirdiği, kendisi için özel ve önemli bir işlemdir. Bu yolla dört yıllığına sermaye sınıfı adına ülkeyi hangi parti veya partilerin yöneteceği belirlenir. Emekçilerin pasif olarak oy kullanmak dışında bu işlemde hiçbir iradeleri yoktur.

Ne burjuva partileri emekçilerin temsilcisidirler ve ne de burjuva parlamentosu emekçilerin iradesinin yansıdığı bir kurumdur. Aksine bunların ikisi de burjuva sistemin öz kurumlarıdır ve sermaye sınıfına hizmet ederler. Dolayısıyla “demokrasi”, “halkın kendi kendini yönetmesi” ya da “halk iradesinin tecelli ettiği parlamento” gibi söylemler birer yalan ve aldatmacadan başka bir şey değildir. Seçimlerin asıl amacı, sermayenin emekçi sınıflar üzerindeki açık diktatörlüğünden başka bir şey olmayan kapitalist toplum gerçeğini gizlemektir. Bu nesnel gerçek bir yana, gerçekte hiçbir ülkede devlet işleri parlamentodan yürütülmez ve ülkenin kaderini belirleyen hiçbir yasa parlamentoda hazırlanmaz. Lenin’in bu konuyla ilgili görüşleri günümüz burjuva devletleri için de önemini tümüyle korumaktadır:

Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb.’ne dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda yalnızca “saf halkı” aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)

Fakat bu gerçeklik, işçi sınıfı ve onların devrimci öncülerinin seçimlere ilgisiz kalacağı anlamına gelmez. Aksine devrimciler seçimlere, devrimci programlarını ve temel toplumsal sorunlara dair çözümlerini emekçilere taşımak amacıyla katılmayı önemserler. Bu konuda ise, sınıf devrimcilerinin seçimlere devrimci müdahale ile ilgili yaptıkları şu özet açıklamayı Almanya seçimleri için de rehber almak gerekiyor:

 “Komünistler seçimlere, yığınlardan oy desteği talep etmek için değil, fakat düzenin ve onun sözde temsili kurumlarının bu vesileyle etkili bir teşhirini yapmak, yığınlar arasında temel ve taktik devrimci şiarlarını yaymak, seçim ortamını mücadelenin, devrim ve sosyalizmin etkili bir propagandası için kullanmak üzere katılıyorlar.

Bunun toplum genelinde ne kadar güçlü ve etkili yapılabildiği, yapılabileceği değildir sorun. Sorun, bugünkü güç ve olanakları sonuna kadar kullanarak bu tür bir faaliyeti yürütebilmektir. Bu faaliyet içinde bağımsız kimliğini ve etkinliğini geliştirebilmektir. Bu ilkesel tutuma özen gösterilerek yürütülecek bir faaliyetten güçlenerek çıkabilmek ve bu güçle yarının yeni görevlerine daha etkili sarılabilmektir.” (EKİM, Sayı: 134, Aralık ’95)

Burjuva düzen altında seçimler ve parlamento işçi ve emekçilerin hiçbir sorununa çözüm üretemez. Eğer aksi olsaydı, bugüne kadar yapılan yüzlerce seçim sorunları çoktan çözerdi. Seçimlerin çözüm olması bir yana, her yeni seçimden sonra emekçilerin sorunları gittikçe ağırlaşmaktadır. Çünkü hakim sınıflar, emekçilere yönelik yeni saldırılar için seçimlerin geçmesini bekliyorlar.

Almanya’da seçimlerden sonra emekçileri daha zor günler bekliyor. Çünkü krizin ve pandeminin emekçilere getirdiği yüklere bir de seçim masrafları binecektir. Emekçileri kandırmak için harcanan 107 milyon euroluk seçim masrafı da emekçilerden çıkarılacaktır.

Alman devleti uluslararası alanda gittikçe azalan rekabet gücünü koruyabilmek için daha saldırgan bir politika izleyecektir. Bu ise dışarıda daha pervasız bir emperyalist saldırganlık; içerde emekçiler için daha fazla işsizlik, daha ucuz ve daha güvencesiz işçilik, çalışma koşullarının ağırlaşması, daha fazla enflasyon, hayat pahalılığı ile daha fazla yoksulluk, daha fazla ırkçılık ve polis devleti uygulamaları anlamına gelmektedir.

Bugün dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Alman toplumunda da esas yükünü emekçilerin çektiği tüm sosyal ve siyasal sorunların kaynağı kapitalist sistemdir. Bu sistem aşılmadıkça emekçilerin hiçbir temel sorunu çözülemez. Burjuvazi hiçbir hakkı hiçbir zaman emekçilere bahşetmemiştir. Tarihte ve bugün, işçi sınıfı sahip olduğu bütün hakları dişi ve tırnağı ile söküp almıştır.

Tarihin ve bilimin kanıtladığı gibi, kapitalist sisteme alternatif biricik sistem sosyalizmdir. İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidarı olan sosyalizm için ise, emekçilerin sınıfsal çıkarları temelinde birleşmesi, devrimci öncüleri etrafında kenetlenerek mücadeleye atılması ve bir toplumsal devrimle kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndermesi gerekiyor.

 O yüzden Almanya işçi sınıfı ve emekçileri 26 Eylül’deki genel seçimlerde hiçbir burjuva partisine tek bir oy bile vermemelidirler. Eğer varsa, sadece, “Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde” hedefiyle seçimlere katılan devrimci parti, örgüt veya bireyleri desteklemelidirler.

Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!