Tesla’yı Avrupa’da grev çarptı

Avrupa'nın Gündemi bu hafta yoğun. Seçtiğimiz makaleler İsveç'teki Tesla grevi, Yemen'e saldırılar, Fransa'da Macron'un iyice sağcılaşan kabinesi ve Almanya'nın Afrika planları üzerine...

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 14 Ocak 2024
  • 23:30

Elon Musk’ın dünya çapında agresifçe yürüttüğü sendika karşıtlığı İskandinav ülkelerinde geri tepmek üzere. İskandinav işçileri “dayanışma grevleri”yle Tesla işçilerinin grevini destekliyor, üstelik kamuoyunun da büyük desteği mevcut.

Almanya dünya pazarındaki payını artırabilmek için bir yandan silahlı müdahalelere katılıyor, diğer yandan ise “hümanist emperyalist” imajıyla başta Afrika ülkeleri olmak üzere dünyanın değişik bölgelerine, refah ve medeniyet götüreceği iddiasıyla el atıyor. Eski sömürgelerinin olduğu Afrika’daki soykırımlarını sadakayla unutturmaya çalışırken maden kaynaklarını, ucuz iş gücünü ve hatta havayı ve suyu bile sömürmeyi planlıyor.

Almanya’dan seçtiğimiz bir diğer makale ise ABD ve İngiltere’nin Yemen saldırısını analiz ediyor. Junge Welt’teki makalede “Kendisini küresel bir düzenleyici güç olarak sunan ancak milyarlarca dolarlık bir zarar tehdidi söz konusu olduğunda müdahale etmeyen bir devlet, statüsünü kaybediyor demektir” denilerek ABD’nin iktidar kaybetmektense Ortadoğu’da savaşı körüklemeyi tercih ettiğine dikkat çekiliyor.

Fransa ise geçtiğimiz perşembe günü kabine değişikliğine gitti. Başta emeklilik ve göç gibi zor konularda neoliberal saldırıların uygulayıcısı olan Başbakan Borne’nun görevine son verildi. Yeni kabinede Macron’un tercihi ise eski Sosyalist Partili siyasetçilerin yerini sağ partilerden gelen siyasetçilerle doldurmak oldu.

Elon Musk İsveç’teki sendikaları anlamıyor, anlasaydı onlarla çalışırdı

German BENDER*
The Guardian

Elektrikli otomobil devi Tesla’nın sendika karşıtlığıyla nam salmış CEO’su Elon Musk, İsveçli işçilerle yaşadığı anlaşmazlıkta ipleri elinde tutuyor. İki aydan fazla süren grevlerin ardından -ki bu dünyada Tesla’ya karşı yapılan ilk grev- 10 İsveçli sendikanın şirkete karşı başlattığı endüstriyel baskı giderek artıyor.

Asıl anlaşmazlığın merkezinde yer alan konu, Tesla ile İsveçli sanayi sendikası IF Metall arasında. Sendikanın İsveç’teki üyeleri Tesla’nın tamir atölyelerindeki teknisyenlere daha iyi ücret ve sosyal haklar sağlamak için bir toplu sözleşme yapılması talebiyle ilgili 27 Ekim’den bu yana grevde.

Tesla halihazırda ABD’de ve yaklaşık 130 bin çalışanının büyük bir bölümünün bulunduğu Almanya’da sendikalaşma baskısı altındaydı. Musk şimdiye kadar bu şikayetleri savuşturmayı başardı. Örneğin geçen yıl Amerika’da altı hafta süren otomotiv grevinden Tesla etkilenmemişti çünkü ABD’deki işçiler (İngiltere’dekiler gibi) sendikaları tanımayı reddeden işverenlere karşı grev yaptıklarında çok az yasal korumaya sahipler.

Ancak dünyanın hiçbir yerinde baskı, 100 yılı aşkın bir süredir sendikaların kalesi olan İsveç’te olduğu kadar güçlü değil.

Norveç, Danimarka ve Finlandiya’daki sendikalar da İsveçli meslektaşlarına katıldı. Bunun nedeni İskandinav sendikalarını Anglosakson yoldaşlarından ayıran bir başka güç: ABD’de 1947’de, Birleşik Krallık’ta ise 1982’de kaldırılan dayanışma grevi hakkı.

İsveç’teki diğer sendikalar, mevcut anlaşmazlıkta herhangi bir çıkarları olmasa da IF Metall’e destek verdiler. Örneğin elektrik işçileri sendikası Tesla’nın tamir atölyelerinin ve ülke genelindeki 213 şarj istasyonunun bakım ve onarımını engelliyor. Posta işçileri sendikası tüm Tesla ofislerine posta teslimatını durdurdu (yeni araçlar için plakalar dahil), ulaşım sendikası Tesla tamir atölyeleri için atık bertarafını durduracak ve İsveç’in yaklaşık 50 limanında yeni Tesla arabalarının boşaltılmasını engelledi ve bina bakım sendikası Tesla’nın tamir atölyeleri ve ofislerindeki tüm temizliği engelliyor.

Dayanışma içinde hareket eden sendikalar, büyük bir şirketin İskandinav iş gücü piyasası modelinin temellerinden biri olan işverenler ve sendikalar arasındaki toplu sözleşmelerden kaçmasına izin vermemenin özellikle önemli olduğunu düşünüyor. Sendikalara göre Tesla’yı görmezden gelirlerse diğer işverenler de aynı yolu izleyebilir. Bu da toplu sözleşmelerin kapsamadığı işçilerin oranını arttırır ve İsveç ekonomisi için ciddi bir tehdit oluşturur.

İsveç’teki iş gücünün neredeyse yüzde 90’ı toplu sözleşme kapsamında. Bu oran çok önemli çünkü İsveç işçi koruma modeli mevzuattan çok toplu sözleşmelere dayanıyor. Örneğin, yasal bir asgari ücret yok ve çalışma süresi, iş güvencesi, emeklilik ve diğer yardımlara ilişkin hükümler tamamen veya kısmen sözleşmelerde düzenleniyor.

Hem sendikalar hem de işverenler bu statükodan memnun. Bu durum, sendikaların daha iyi ücret ve çalışma koşulları için pazarlık yapabilmesine ve işverenlerin de düzenlemeleri -ulusal mevzuatın izin vermeyeceği bir şekilde- firma düzeyinde bile sektörlerine ve işlerine esnek bir şekilde uyarlayabilmesine olanak tanıyor.

Ancak, işverenler sistemden çıkmaya başlarsa bu sistem sürdürülemez hale gelir. Bu durumda alternatifler, diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi toplu sözleşmeleri kanunla genişletmek ya da iş gücü piyasası konularını parti politikaları alanına indirgeyen ve genellikle toplu sözleşme hükümlerinin çok altında standartlar belirleyen mevzuatı kullanmak olacaktır.

İsveçli politikacılar genellikle iş anlaşmazlıklarına mesafeli bir yaklaşım sergiliyorlar ve hem başbakan hem de çalışma bakanı, Tesla açmazına müdahale etmeyeceklerine dair kamuoyuna açıklamalarda bulundu. Bir Tesla lobicisinin bakanla görüşme talebi bakanlık tarafından reddedildi.

Alışılmışın dışında bir başka önlem de benzer şekilde başarısız oldu: Tesla’nın, posta sendikasının yeni Teslalar için plaka teslimatını bloke etmesine saygı gösterme kararları nedeniyle posta servisi PostNord ve İsveç ulaştırma ajansına karşı açtığı davalar. Abluka, İsveç mahkemeleri tarafından ön kararlarla kısmen onaylandı.

Yakın zamanda yapılan bir ankete göre, her 10 İsveçliden neredeyse altısı grevi desteklerken, sadece 10 kişiden ikisi greve karşı çıkıyor. Yarısından fazlası Tesla’nın markasının anlaşmazlıktan zarar gördüğünü söylüyor.

Bu arada finans piyasalarında da baskı artıyor. Danimarkalı büyük bir emeklilik fonu Tesla’daki hisselerini satmaya karar verdi ve aralarında emeklilik fonları ve sigorta şirketlerinin de bulunduğu 16 İskandinav kurumsal yatırımcı, Tesla’yı IF Metall ile toplu sözleşme imzalamaya çağıran ortak bir mektup imzaladı.

Elon Musk İsveç modelini ne önemsiyor ne de anlıyor gibi görünüyor. Sendikalar konusundaki tutumu ideolojik ama aynı zamanda yanlış bilgilendirilmiş. İşte bu yüzden bir geri dönüş umudu olabilir. Kısa süre önce New York Times’ın düzenlediği bir forumda Musk, sendikalar hakkında kamuoyuna yansıyan bazı aşağılayıcı ifadeler kullandı. Ancak daha az dikkat çeken bir açıklama da yaptı: “Bilmiyorum, belki de sendikalı oluruz” sözlerine bunu bir başarısızlık olarak değerlendireceğini söyleyerek devam etti; ancak önemli olan bunu göz ardı ediyor gibi görünmemesi.

Musk, araba akülerini ya da roket tasarımlarını incelerken gösterdiği ilgiyi İskandinav ülkelerinin kendine has özelliklerini incelerken de göstermeli. O zaman bu ekonomilerin sadece sosyal açıdan kapsayıcı ve eşitlikçi değil, aynı zamanda esnek, yenilikçi ve uluslararası düzeyde rekabetçi olmayı başardıklarını fark edecektir.

Son 30 yılda İsveç, tüm gelir seviyelerindeki çalışanlar için yaklaşık yüzde 60 reel ücret artışı sağlamış ve dünyanın en az eşitsiz ülkeleri arasında yer almıştır. Bu arada, ülke sürekli olarak dünyanın en yenilikçi, rekabetçi ve ekonomik olarak özgür ülkeleri arasında yer almaktadır (Çoğu ölçümde ABD ve Birleşik Krallık’tan daha yüksek puan almaktadır). Ve açık olmak gerekirse, bu durum iş gücü huzursuzluğuna yol açmıyor. Aslında İsveç’te grevler son derece nadir ve iş gücü piyasası Avrupa’nın en barışçıl piyasaları arasında. Tesla grevi nadir bir istisna. Basitçe söylemek gerekirse, bu model çalışanlara ve firmalara fayda sağlıyor ve bu yüzden de geniş çapta destekleniyor.

İngiltere’de verimliliğin ve ekonomik eşitliğin nasıl artırılabileceğine ilişkin mevcut tartışmalarda, İngiltere’deki politika yapıcıların, yasa koyucuların ve işveren derneklerinin dikkatlerini İsveç’e çevirmeleri akıllıca olacaktır. Güçlü bir işçi hareketinin ekonomi genelindeki faydalarının farkına varmak iyi bir başlangıç olur.

*İsveçli düşünce kuruluşu Arena’nın Baş Analisti ve Harvard Hukuk Fakültesinin eski misafir araştırma görevlisi

Çeviren: Sarya Tunç

Afrika’da Alman emperyalizmi

Arbeit Zukunft

Güneybatı Afrika’da Lobito Koridoru’nun oluşturulması, Namibya’da hidrojen ekonomisinin geliştirilmesi, Kuzey Afrika’da Medusa veri kablosunun gelecekte devreye girmesi. Afrika kıtasının Avrupa ve Almanya için stratejik önemini anlatan Başbakan Scholz, “Benim için önemli olan Kuzey-Güney ilişkilerinde yeni bir başlangıç yapmak” diyor. Alman sermayesi Afrika’nın pek çok yerinde faaliyet gösteriyor, ortaklarıyla birlikte yeni altyapı projelerini finanse ediyor ve Başbakanın ifadesiyle komşu kıtayı gelecek için merkezi bir yapı taşı olarak görüyor.

Hakim Alman siyasi arenasında Afrika’nın Alman sermayesi için bir satış ve yatırım pazarı olduğundan genellikle çok az bahsedilir. Avrupa’nın müdahalesinin çoğunlukla sömürgeci çıkarların gerçekleştirilmesinin bir devamı olduğuna dair çok fazla şüphe var. Sömürgecilik döneminin hatırası, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi emperyalist devletlerin politikalarını engelleyen yıkıcı bir faktördür. Bu nedenle Alman sermayesi için Afrika stratejilerinin son dönemdeki birikimi, geçmişle hesaplaşmanın çifte oyunudur.

Alman İmparatorluğu’nun Alman Güney-Batı Afrikası, Alman Doğu Afrikası ve Togo’ya yaptığı seferlerin, son koloni hariç, ekonomik olarak kârlı olmadığı kanıtlandı. Yine de katliamlardan kaçınılmadı. Genç emperyalist devlet sömürge politikasında çok deneyimsizdi, Alman emperyalizmine nefes alacak yeni bir hava (pazarlar şeklinde) verecek genel bir emperyalist strateji çok zayıftı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerin galip Müttefik güçler tarafından kaybedilmesi, o zamandan beri hayalet bir acı gibi devam etmektedir. Alman sömürgeciliğinin yarım kalan projesi, sonraki nesil siyasi karar vericilerini bir Afrika stratejisini sürdürmeye teşvik etti. 1957 tarihli Avrupa Ekonomik Topluluğu Roma Antlaşması’nın 3. maddesi de “Ortak çabalar yoluyla ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik etmek amacıyla denizaşırı ülkelere ve bölgelere” yönelik temel bir ilgiye işaret etmektedir. Avrupa emperyalizmi ve onunla birlikte Alman emperyalizmi, Afrika’ya hükmetme iddiasını hiçbir zaman gözden kaçırmadı. Afrika halklarının ve devletlerinin kaderini belirleme öz imajı, AB dış politikasının merkezi bir bileşenidir.

Ama aynı zamanda Almanya ve Batı Avrupalı müttefikleri de geçmişteki barbar sömürge politikalarının utancıyla mücadele ediyor. Dolayısıyla geçmişle hesaplaşmak, Alman sermayesi ve müttefikleri için mevcut ve gelecekteki engellerin üstesinden gelmek anlamına da geliyor. Alman emperyalizmi, “başarılı” bir Afrika stratejisinin önündeki engelleri kaldırmak için her türlü nedene sahip. Mevcut bölüşüm mücadelesinde çok geride kaldı ve görünüşte uygarlaştırıcı amaçları olan Batılı bir devlet olarak algılanması, yerel Afrikalı yöneticiler tarafından hâlâ eleştirel bir şekilde görülüyor: Dünya Ticaret Örgütü Direktörü Ngozi Okonjo-Iweala, “Çin ile konuşursak, bir havaalanı alırız; Almanya ile konuşursak, bir ders alırız” diyerek yabancı sermayenin algılanışındaki farkı özetlemektedir. Pekin’in Yeni İpek Yolu altyapı girişiminin bir parçası olarak Afrika kıtasına girmesi, Çin emperyalizmine diğer şeylerin yanı sıra yüksek teknoloji endüstrisi için önemli ham maddeler sağlıyor. Örneğin Kongo’da çıkarılan kobaltın beşte dördü Çin’e ihraç ediliyor. Pekin, son yıllarda stratejik öneme sahip kaynaklara erişimini hız kesmeden genişletebildi.

AB emperyalizmi ve özellikle de Alman emperyalizmi, Çin’in ilerleyişini durdurmak için Global Gateway (Küresel Geçit) adlı kendi girişimiyle buna yanıt veriyor. Global Gateway (Afrika Paktı’nı da içeren), Yeni İpek Yolu ve ABD’deki muadili “Build Back Better World/ Daha İyi Bir Dünya İnşa Et” ile birlikte üç büyük emperyalist stratejik projeden biri. Global Gateway için ayrılan 300 milyar avronun 150 milyar avrosu Afrika’daki altyapı projelerine ayrılmıştır. Bu girişim AB ve Alman emperyalizmini dünyada yeniden konumlandırmayı hedeflerken, Afrika kıtasının Alman sermayesi için taşıdığı merkezi önem sadece rakamlarla bile ortaya çıkmaktadır. Son yıllarda AB ile çeşitli Afrika bölgeleri (ECOWAS, SADC, EAC, ESA dahil) arasında müzakere edilen sözde ekonomik ortaklık anlaşmaları (EPA), Afrika pazarlarını sadece Alman mallarına (tavuk eti) değil, aynı zamanda Alman sermayesine de açmaya yönelik ilk adımdı.

87 küresel geçit projesinin 44’ü, yani yarısından fazlası Afrika’da uygulanacak projeler. Örneğin Kongo, sadece Çin’in “lütfuyla” yetinmekle kalmayacak, aynı zamanda birkaç büyük emperyalist oyuncuya da kucak açacak. Yeni bir ham madde koridoru (AB için Afrika’daki on iki stratejik öneme sahip ham madde rotasından biri olan Lobito Koridoru), Angola kıyılarından Kongo ve kuzeybatı Zambiya’nın ham maddelerine erişimi kolaylaştırmak amacıyla Orta Afrika ülkesinden Zambiya üzerinden Angola’ya uzanacaktır. İlgili üç ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu ilgili tüm altyapı (havaalanları, su yolları, limanlar, demir yolları) sadece ham maddelerin kullanımını kolaylaştırmak için tasarlanmış. Tıpkı Willy Brandt’ın Alman sermayesinin Doğu’ya karşı alçakgönüllülüğünü ve ahlaki dürüstlüğünü göstermek için yaptığı gibi, Cumhurbaşkanı Steinmeier de Başbakanın Afrika gezisine eşlik ederek Tanzanya gibi ülkelere, biz Almanların, size huzur vermeyen cevapsız sorulara yanıt vereceğini söyleyecektir.

Namibya (eski Alman Güney Batı Afrikası) Alman emperyalizminin yön değiştirmesinin en önemli örneği. Alman emperyalizmi, sömürge politikası sırasında 1904-1908 yılları arasında Ovaherero ve Nama halklarına karşı soykırımlar gerçekleştirdi. Son Alman hükümeti bu halkların akrabalarına sembolik değeri 1.1 milyar avro olan bir kefaret ödemek istedi. Tüm bu prosedür, 1.1 milyarın 30 yıla yayılacağı düşünüldüğünde daha da gülünç görünmektedir. Alman emperyalizminin geçmişle hesaplaşma çabalarının bir parçası olarak yaptığı bu sembolik jest, nihayetinde hatırlama ve ekonomik “düşünmenin” el ele gidebileceğini göstermeyi amaçlıyor.

Sonuçta Almanya Namibya ekonomisini tamamen yeniden düzenlemek istiyor. Eski koloni gelecekte en önemli hidrojen tedarikçisi haline gelecek. Projeye “tazminat ödemesinin” neredeyse on katı hacminde kaynak aktarılacak. Yılda 300 bin tona kadar amonyak formunda “yeşil hidrojen” sevk edilebilmesi için derin deniz limanları inşa edilecek. RWE gibi Alman şirketleri üretilen hidrojenin üçte birini almak istiyor ve Brunsbüttel’de buna uygun bir terminal 2026 yılına kadar tamamlanacak.

Global Gateway’in bir parçası olarak planlanan hidrojen projesi, eski sömürgede yeni iş alanları yaratacağı, Namibya’yı sanayileştireceği ve iklime zarar vermeyen bir gelecek yoluna sokacağı için övülüyor. Namibya ekonomisinin nihayetinde Alman emperyalizmi için genişletilmiş bir ham madde tedarikçisi olarak hizmet edeceği ve Namibya ekonomisinin amacının aç Alman sermayesinin beslenmesine demir atmak olduğu gerçeği genellikle gizlenmektedir.

Emperyalist kapitalizmin, kâr beklentisi olmadığı için yurt içindeki sosyal altyapıyı tamamen ihmal etme ve yurt dışında kaârlı projeler avlamayı tercih etme özelliği, Alman hükümetinin iklim politikası tarafından özellikle iyi bir şekilde örneklenebilir. Yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılması, Almanya gibi son derece gelişmiş bir ülke için gülünç derecede yavaş bir hızda ilerliyor ve hatta önümüzdeki yıl alt ve orta gelirli kesimler pahasına CO2 (Karbondioksit) vergisinde yapılacak bir artışla kısmen finanse edilecek. Alman sermayesinin kâr koşullarını sürdürebilmesi için iklim politikasının bedelini Afrika ülkeleri ödeyecek: “Yeşil” ham madde kaynakları ve artan yoksulluk ve kaçış şeklinde. Alman hükümetinin Afrika stratejisi, emperyalist sistemin çürümesini yavaşlatmayı ve kâr ve rekabet gücü açlığı için yeni yağma alanları yaratmayı amaçlıyor.

Çeviren: Semra Çelik

Yemen: Statü tehlikede

Jörg KRONAUER
Junge Welt

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin perşembe gecesi Yemen’e şiddetli saldırılar başlatmasıyla Ortadoğu’da çok korkulan yangın başladı mı? Lehte söylenecek çok şey var. Ensarullah, kendilerini karşılık vermek zorunda hissettiklerini resmen ilan etti. Washington ve Londra ise böyle karşılığa daha sert bir karşılık vereceklerini açıkça belirttiler. Muhtemelen bu tırmanma sarmalından çıkmanın tek yolu İsrail’in Gazze Şeridi’nde silah bırakması olacaktır, çünkü o zaman Ensarullah, kendilerinin de teyit ettiği gibi, Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarını durduracaktır. Ancak kimse İsrail saldırılarının durmasını beklemiyor.

ABD’nin Ortadoğu’daki son askeri saldırısına yönelik tüm öfkeye rağmen, Alman hükümeti resmi bir açıklamayla bunu açıkça destekledi: Yemen’e düşen füzeler stratejik açıdan bir zayıflık işaretidir. Washington, kendi standartlarına göre, saldırı emrini vermeden önce uzun süre tereddüt etti ve bu tereddüt boşuna değildi. Eğer silahlı çatışma tırmanırsa, ABD yakında kendisini bir sonraki büyük Ortadoğu savaşının içinde bulacaktır. Son yirmi yıldır bölgede yürüttüğü savaşlar, ABD’nin bölgedeki konumunu güçlendirmedi, aksine zayıflattı. Suriye’den Arap Yarımadası’na ve Irak’a kadar Rusya, İran ve Çin önemli ölçüde nüfuz kazandı. Dahası, yeni bir Ortadoğu savaşı Washington’un enerjisini Pekin’e karşı belirleyici güç mücadelesine odaklamasını bir kez daha engelleyecek. Böyle bir savaş ihtimali ABD için cazip değil.

Ancak Ensarullah saldırıları Batı’ya çok büyük masrafa mal oluyor. Ticaret gemilerinin Afrika’da uzun rotalar çizmek zorunda kalması pahalıya mal oluyor ve tedarik zincirlerini aksatıyor; örneğin Tesla, cuma günü Grünheide’deki faaliyetlerini iki hafta boyunca durdurmak zorunda kalacağını açıkladı. Sanayi ve ticaretin daha pek çok sorunla karşılaşacağı açık hale geliyor. Kendisini küresel bir düzenleyici güç olarak sunan ancak milyarlarca dolarlık bir zarar tehdidi söz konusu olduğunda müdahale etmeyen bir devlet, statüsünü kaybediyor demektir. ABD’de iktidarda olanların bakış açısına göre, böyle bir güç kaybı daha büyük bir kötülük olacaktır. Dolayısıyla daha az kötü olduğuna inandıkları şeyi, yani Ortadoğu’da yeni bir silahlı çatışmayı kabul etmeye hazırlar. Buna bağlı dezavantajların küresel güç konumlarını daha da zayıflatması ve savaşın stratejik olarak düşüşlerinde bir sonraki adım olması riskine rağmen.

Çeviren: Semra Çelik

Fransa’da kabine değişikliği: Macron hükümeti sağcı çizgisini teyit ediyor

Paul MAORA
Revolution Permanent

FRANSA’da yeni hükümette yer alacak bakanların tam listesi perşembe günü açıklandı. Rachida Dati ve Catherine Vautrin gibi yeni sağcıların dahil edilmesi ve ayrılan Sosyalist Partili bakanlarla birlikte hükümetin yönü açıkça görülüyor: “Sonuna kadar sağcı”.

Genel olarak, otoriter, ırkçı ve sosyal haklara saldırıları sürdürecek olan bir önceki hükümetle hemen hemen aynı ekip: Le Maire Ekonomi Bakanı, Darmanin İçişleri Bakanı, Dupond-Moretti Adalet Bakanı, Lecornu Silahlı Kuvvetler Bakanı. Geri kalanlara gelince, değişiklikler ya Macronist havuzdan ya da sağdan yapıldı.

Macronist cephede Olivier Véran, Gabriel Attal’ın başlattığı otoriter projeleri devam ettiren Eski Gençlik ve Ulusal Kamu Hizmetinden Sorumlu Devlet Bakanı Prisca Thévenot’nun yerini almak üzere hükümet sözcülüğünden ayrıldı. Benzer şekilde, mevcut Spor Bakanı ve Macron’un okul arkadaşı olan Amélie Oudéa-Castéra, spor ve eğitimi birleştiren bir süper bakanlığı devralırken, başbakanlığa getirilen Attal son aylarda söz verdiği gibi, okullara yönelik saldırının uygulanmasını bizzat denetlemeye devam edeceğini söylüyor. Yeni “savaşçılardan” biri de Cumhuriyetçilerin önde gelen üyelerinden ve Paris 7. Bölge Belediye başkanı olan Rachida Dati. Dati Kültür Bakanlığına getirildi. Uzun süredir Macron hükümeti ile yakınlaşmayı savunan Dati, hızlı bir adım atarak bu işe soyundu. Dati’nin hükümeti memnun edecek tüm niteliklere sahip olduğu ise çok açık: Eski bir Sarkozici, oldukça sağda ve şu anda Renault ile bağlantılı yolsuzluk nedeniyle soruşturma altında. Bir başka Sarkozici, Reims Métropole Başkanı Catherine Vautrin’e ise Çalışma, Sağlık ve Dayanışma Bakanlığı verildi. Castex’in yerine 2022’de başbakan olması bekleniyordu ama sonunda eşcinsel evlilik karşıtı Olivier Dussopt’un yerini alacak.

Sembol ise açık: Hükümetin sözde “sol” ile ilişkili bakanlarının yerini sağcı Sarkozicilerin alması dışında çok az değişiklik olacak. Başbakan olarak ilk ziyaretinde bir polis karakolunu ziyaret eden Gabriel Attal, zaten açıkça rengini belirlemişti: Sağcı bir rotada ilerlemeye devam edecek ve bu da pek sürpriz olmayacak. Göç Yasası’nın izinden giden Macron Hükümeti, siyasi krizin üstesinden gelme umuduyla, Cumhuriyetçilerden ayrılanları entegre ederek sağcılar ile flört etmeye devam ediyor.

Sonuç olarak bu kabine değişikliği, Macron’un zaten çok açık olan isteklerini teyit ediyor. Açık zayıflıklarına rağmen saldırıları durdurmak gibi bir niyeti yok. Bu pazar günü Fransa’nın dört bir yanında kağıtsız göçmen gruplarının çağrısıyla gösterilerin düzenleneceği bir dönemde, göç yasasının yürürlüğe girmesine karşı mücadeleden başlayarak hızla geniş kapsamlı bir yanıt oluşturmak gerekiyor.

Çeviren: Eren Can

Evrensel / 14.01.24