Fransa’da geçtiğimiz haftalarda hükümet değişimi ile içeride emekçilere açtığı savaşı hızlandıran Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, şimdi de Ukrayna savaşına asker gönderme önerisiyle ülke dışında da savaşa hazırlık yapıyor. Fransa’dan seçtiğimiz makalede, diğer Avrupa liderleri öneriyi reddetse de “Yeni bir sıçramaya işaret eden bu açıklamalar, genelleştirilmiş bir tırmanışın parçasıdır” uyarısı yapılıyor ve savaş politikalarına karşı işçilerin mücadelesinin yükselmesi gerektiği vurgulanıyor.
Gazze’deki insani felaket de gözlerden gizlenecek gibi değil. Alman medyası insanları İsrail’in yanında çekecek bir habercilik, hikaye anlatımını gündeme sokuluyor. Almanya’da bu, Ukrayna’ya daha fazla silah gönderilmesini sağlamak için kamuoyunun kazanılmasında da başvurulan bir yöntem.
İngiltere’den seçtiğimiz yazıda ise ülkede açlık çeken insanlara ve gıda yoksulluğuna dikkat çekiliyor ve 11 milyon insanın gıda güvensizliği içinde yaşadığı belirtiliyor. Guardian gazetesi başyazısında, hükümetin hane halkı desteğini genişletmesi ve çocuklar için ücretsiz okul yemeklerini finanse etmesi gerektiği belirtiliyor.
Ukrayna: Macron savaş şefini oynuyor, işçi hareketi atağa geçmeli
Nathan DEAS
Revolution Permanente
Macron’un Ukrayna’ya Batılı askerlerin gönderilmesi olasılığını gündeme getirerek tonunu değiştirmesini, her türlü gösterişin ötesinde ciddiye almak gerekiyor. İşçi hareketi emperyalist planlara ve askeri tırmanışa karşı her zamankinden daha fazla mücadele etmelidir.
Fransa Devlet Başkanı, 26 Şubat Pazartesi günü Paris’te Ukrayna’ya destek amacıyla düzenlenen uluslararası konferansın sonunda, Batılı birliklerin Ukrayna’ya müdahale etme ihtimaline kapı araladı. “Bugün resmi ve onaylanmış bir şekilde sahaya asker gönderme konusunda bir fikir birliği yok. Ancak dinamikler açısından hiçbir şey göz ardı edilemez” dedi ve ekledi: “Hiçbir seçenek göz ardı edilmemelidir. Rusya’nın bu çatışmadan galip çıkmamasını sağlamak için hiçbir çabadan kaçınmayacağız”.
Elize Sarayı, salı günü öğle saatlerinde yayımladığı basın açıklamasında ise Ukrayna ile ikili güvenlik anlaşması konusunda Parlamentoda bir oturum ve ardından bir oylama yapılacağını duyurdu.
Kuşkusuz, “savaş çığırtkanlığı”nın şu an için öncelikli olarak söylemsel olduğu ve Vladimir Putin karşısında kendisini bir kez daha Avrupa’nın “lideri” olarak konumlandırmayı amaçladığı görülüyor. Kuşkusuz “topyekün savaş” senaryosu henüz gündemde değil. Olaf Scholz’dan Mark Rutte’ye (NATO genel sekreteri olması beklenen Hollanda Başbakanı), Yunanistan’ı ve mevcut NATO liderliğini de unutmadan, önde gelen Batılı devlet başkanları “Ukrayna’da kara birliklerinin olmayacağını” açıklamakta gecikmediler.
Ancak Başkanın savaş çığırtkanlığı ve ton değişikliği ciddiye alınmalıdır. Ukrayna’daki savaşın başlamasından iki yıl sonra ve Macaristan’ın İsveç’in NATO’ya entegrasyonunu onayladığı gün, emperyalist güçlerin en önemli askeri aracının genişlemesinde yeni bir sıçramaya işaret eden bu açıklamalar, genelleştirilmiş bir tırmanışın parçasıdır.
Emmanuel Macron’un açıklamasının amaçları ve anlamı, özellikle de devlet başkanının Batı kampında oldukça izole edilmiş ve kendi ülkesinde siyasi olarak zayıflamış olması nedeniyle oldukça belirsiz görünmektedir. Ancak Macron’un yorumları mevcut dinamiğin ve devam etmekte olan teke tek mücadelenin bir göstergesi. Son haftalarda, Ukrayna askeri cephesinde biriken zorluklar ve Trump’ın ABD başkanlık seçimlerinden sadece birkaç ay önce NATO içinde karşılıklı koruma ilkesini sorgulamasıyla bu durum yeniden alevlendi.
Pazartesi günü Paris’te bir araya gelen “Ukrayna’nın destekçileri”, 50 milyar avroluk yeni bir yardım paketi üzerinde anlaşmaya vardıktan birkaç hafta sonra, Le Monde’un belirttiği gibi beş noktada ilerleme kaydetme konusunda anlaştı: “Siber savunma; Ukrayna’da silah, askeri yetenek ve mühimmatın ortak üretimi; Moldova gibi Ukrayna’daki saldırının doğrudan tehdit ettiği ülkelerin savunulması; ve Ukrayna’nın Belarus sınırında “Askeri olmayan güçlerle” ve mayın temizleme operasyonlarıyla desteklenebilmesi”. Ayrıca, orta ve uzun menzilli füzelerin teslimatına yönelik yeni bir koalisyonun kurulduğu da duyuruldu.
Açıkça görüldüğü üzere, Avrupa’nın baş döndürücü bir hızla yeniden silahlandığı (Üye devletlerin birleşik savunma bütçesi 2022 yılına kadar yüzde 11 artmıştı) ve AB’nin askeri alımları daha da arttırmayı amaçlayan yeni bir savunma planını kabul ettiği bir dönemde, kıta inkar edilemez bir şekilde hızlanan militarist bir sarmala girdi. Savaşa girme fikrine de zemin hazırlayan bu söylemler, 1945’ten bu yana büyük ölçekte bir savaş görmemiş olan ve şu anda her dilde ve her sosla (askeri, demografik, ahlaki ve sivil, vatansever ve yabancı düşmanı, okulda ve işte, vb.) “yeniden silahlanmayı” teşvik ediyor. (...)
Bu savaş ortamı aynı zamanda ekonomiyi de ilgilendiriyor; Avrupa Birliği ve özellikle Fransa, krize batmaya devam eden kapitalist dünyada genelleştirilmiş kemer sıkma politikalarına yeni bir çare bulmaya hazırlanıyor. Tüm bu gösterişin ve kapitalist ülkelerin liderlerinin henüz geniş çaplı bir yangına doğru koşmayı tercih etmemiş olmalarının ötesinde, Macron’un sözlerinin bize söylediği (ya da hatırlattığı) şey, geri dönüşün olmayacağıdır. Ukrayna’daki savaşın sonucu ne olursa olsun, Avrupa bir kez daha yüksek yoğunluklu çatışmaların patlak verebileceği tehlikeli ve son derece militarize bir bölge haline geldi. (...)
Bu bağlamda, bir kez daha, yalnızca işçi sınıfının bağımsız müdahalesi savaşa gerçek bir son verebilir, Ukrayna’nın ve orada yaşayan tüm halkların kendi kaderlerini tayin etmeleri için kalıcı bir çözüm bulabilir ve aynı zamanda Avrupa çapında devam eden tırmanma dinamiğini durdurabilir. Güçlerini geliştirmeye çalışan bir hükümetle karşı karşıya olan Fransa’daki bu politika, işçi hareketini yalnızca emperyalist tırmanışa ve savaşa karşı değil, aynı zamanda Macron’un ona eşlik eden planlarına karşı da seferber etmeyi de gerektiriyor.
Bu cephede sendika liderleri son aylarda oldukça pasif davranarak, hükümetin kırılganlığına rağmen rejimin otoriter bir şekilde sertleşmesine ve göç yasası ya da yeni işsizlik sigortası reformu gibi ciddi saldırılara açık kapı bıraktı. Öte yandan, ancak hem ulusal hem de uluslararası alanda söz konusu olan tüm meseleleri ele alan, atağa geçmiş bir işçi hareketi, şiddet ve artan sefaletle dolu bir geleceğe alternatif oluşturabilir ve gerçek bir “savaşa karşı savaş” yürütmeye hazırlanabilir.
Çeviren: Eren CAN
Savaş hikayeleri: Bize neler anlatılıyor?
Sebastian KÖHLER
Telepolis
Hikayeler yürek burkucu. Ve görünüşe göre öyle olmaları da gerekiyor: Hamaslı fidyecilerin elinde İsrailli bir bebek. Ya da muhasara altındaki Mariupol’de bomba yağmuru altında günlük tutan sekiz yaşındaki Ukraynalı Jehor’un hikayesi. Bugünlerde, yukarıda bahsi geçen iki hikayeye benzer yazılar Almanya’nın önde gelen medyasında büyük ölçekte yer bulabiliyor. Özellikle savaş zamanlarında gazetecilikte hikaye anlatıcılığına başvurulur: Son derece duygusal, son derece etkili -ve genellikle son derece tek taraflı. Aşağıda çok özel bir anlatı üzerine eleştirel yorumlar yer almakta.
Etrafı silahlı adamlarla çevrili, kucağında küçük bir çocuk tutan bir kadın. Kadını bir beze sarıyorlar, sadece çocuğun kafası dışarı bakıyor. Kadın bir arabaya binmek zorunda kalıyor. İsrail ordusuna göre, video Gazze Şeridi’ndeki Han Yunus’ta bir güvenlik kamerasından ele geçirildi. Görüntülerde 32 yaşındaki Şiri Bibas’ın 7 Ekim’de kaçırılmasından sonraki ilk günlerde bebeği Kfir ve dört yaşındaki oğlu Ariel ile birlikte canlı olarak görüldüğü söyleniyor.
Hikaye anlatımına özgü klasik bir sahne girişi. Alman birinci televizyon kanalı ARD Muhabiri Bettina Meier’in Tel Aviv’deki Bavyera televizyonu stüdyosundan yaptığı haber böyle başlıyor. Haber, kitlelere hitap eden bir hikayenin ihtiyaç duyduğu her şeye sahip: Net, açıkça olumlu bir ana karakter, burada iki küçük çocuğuyla birlikte bir kahraman duruyor, baştan sona isimleriyle de anılıyor, tamamen sevimli ve tamamen masumlar çünkü tamamen savunmasız durumdalar. Ve aynı derecede açık bir şekilde olumsuz, barbar, kötü bir düşman; Hamas!
Ardından, 7 Ekim’den bu yana bu tür haberlerde sıklıkla olduğu gibi, İsrail Ordu Sözcüsü Daniel Hagari söz alıyor. Kendisi bu hikayede sadece yardımcı bir karakter değil, daha ziyade hikayenin anlatıcısı: Hagari’nin “Şiri, Ariel ve Kfir’in refahından endişe duyuyoruz” dediği aktarılıyor. Bunu, sanki bir hikaye anlatımı ders kitabından alınmış gibi “yürek parçalayıcı” kelimesi gibi metin modülleri takip ediyor. Bebeklerini kucağına almış bir annenin bu şekilde teröristler tarafından kuşatıldığını görmek korkunç ve yürek parçalayıcı. Ancak bu aynı zamanda rehineleri bir an önce eve getirmemiz için bir çağrı. Gazze’deki İsrail misyonunu sorgulayanlar, Hamas’tan rehineleri serbest bırakmasını talep etme nezaketini göstermiyorlar. Bebeklerini kucağında tutan bu korkmuş kadına baksınlar, utansınlar.
Mağdur ve faillerin son derece net bir şekilde konumlandırıldığı aynı anlatım, makalede İsrail devletinin diğer resmi temsilcileri tarafından da aktarılıyor: Başbakan Benyamin Netanyahu “Bebekleri ve anneleri kaçıranları adalete teslim edeceğiz. Yaptıkları yanlarına kalmayacak” diyor. İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog şunları yazıyor: “Tek kelime: barbarlık. Kfir Bibas sadece bir yaşında, dünyanın en genç rehinesi.”
Alman birinci televizyon kanalı ARD’nin haberi “Rehine videosu İsrail’de öfkeyi tetikledi” başlığını taşıyor. Başarılı hikaye anlatımının güçlü duygularla bağlantılı olabileceği bir sır değil. Sadece sonunda başka bir perspektiften kısaca bahsediliyor, bu hikayedeki muhalifin perspektifinden: Kasım 2023’te “Hamas, anne Şiri Bibas ve iki çocuğunun İsrail ordusunun hava saldırısında öldürüldüğünü iddia etti.” Ancak İsrail ordusu ölümleri doğrulamadı.
Yanlış anlaşılmaması için: Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırı ve o tarihten bu yana İsrail’in gerçekleştirdiği saldırılar, bu saldırılardan etkilenen tüm insanlar için korkunç ve trajik. Teröristlerin yanı sıra devlet şiddetinin ve genel olarak tüm şiddetin kurbanları her türlü empatiyi hak etmekte. İnsanlar (tüm varlıklar gibi) mümkün olan hiçbir yerde şiddete maruz kalmamalı. Ancak burada sahneleme olarak siyasi ve medya anlatılarından bahsediyoruz.
Bu, aktarılan olayların gerçeklerle örtüşmediği anlamına gelmez. Daha ziyade, hikaye anlatımı yoluyla belirli net etkilere ulaşmak için tipik olarak çok kişisel bir kaderin kullanıldığı anlamına gelir. Kategorizasyon yerine bireysel kader. Gerçeklere dayalı, mesafeli açıklama yerine seçilmiş, genellikle gerçek olaylara yakınlık. Tarih yerine hikaye.
Sonsuz gibi görünen bu hikayelerin bir başka güncel örneği de aşağıda yer almakta. “Mariupol’de ne oldu?” başlığı altında, ARD Muhabiri Susanne Petersohn’un Kiev’den aktardığı aşağıdaki haber, Ukrayna’daki savaş bağlamında karmaşık bir olayı farklılaştırılmış ve incelikli bir şekilde ele almıyor. Bunun yerine, anlatılan sadece bir hikaye değil. Üstelik bu hikaye, olayları olabildiğince yakından aktarmak için hikaye anlatımının bir özelliği olan genel şimdiki zamanda anlatılıyor: “Saldırının tanıklarından biri sekiz yaşındaki Jehor.” Yine çok sempatik bir şekilde çizilmiş çok genç bir insan; bunu sevimli el yazısından ve kendi yaptığı resimlerden tam anlamıyla anlayabiliyoruz.
ARD’nin bu programı -her ne kadar sadece Ukrayna yanlısı kaynaklara atıfta bulunsa da orta bölümde daha soyut bölümler de içeriyor- başladığı gibi bitiyor: Alman gazeteci ve Jehor’un büyük amcası Yevgeny tarafından anlatılan Mariupollu çocuk Jehor’un trajik ve görünüşe göre gerçek hikayesi ile: Hatta gazeteci, öz eleştiri yapmakta zorlandığı anlaşılan bu hikaye anlatımında ironik bir şekilde “Bir hikaye anlat” ifadesini özellikle tekrar tekrar kullanıyor: Bu fotoğraflar (yazarın büyük amcası Yevgeny’nin fotoğrafları) acımasız bir saldırı savaşında korkunç bir gündelik hayat yaşayan insanların hikayelerini anlatıyor. Buna küçük yeğeni Jehor’un hikayesi de dahil.
Ana haber bültenindeki haber, gazetecinin kendi dikkat çekici anlatımıyla sona eriyor: ‘Onlar (fotoğraflar) onun (büyük amcanın, yazarın) sevgili şehri Mariupol’un hikayesini, onun Ukraynalı sakinleriyle birlikte anlatıyor. Saldırı savaşından önceki hikayeler. Ve saldırı savaşı sırasındaki hikayeler. Kent sakinlerine atfedilen şüpheli “Ukraynalı” sıfatı bir yana (Sanki oradaki insanların hepsi kendilerini açıkça bu şekilde anlıyormuş gibi), bu hikayenin açık bir eğilimini de gösteriyor: çelişkileri ve karmaşıklığıyla “tarih” sadece tek tek hikayelere gömülmekle kalmıyor, aynı zamanda onların içinde çözülme eğiliminde.
Bu örnek aynı zamanda eleştirel-analitik bir bakış açısıyla mağdurların acılarını inkar etmek ya da görelileştirmek anlamına da gelmiyor. Tam tersine, bu tür çatışma ve savaşların tüm mağdurları gibi onların acıları da nihayetinde mantıklı bir şekilde ciddiye alınmalı. Ve örneğin (daha fazla) militarizasyon için siyasi olarak ve medya tarafından araçsallaştırılmamalı.
Bu arada (ve ne yazık ki) savaşın diğer tarafında da mağdurlar var, en azından siviller. Ancak onların hikayeleri, savaşan taraflar olarak müttefik ülkelerin önde gelen medyasında neredeyse hiç yer bulamıyor. 1996’da kurulan ve tamamen kullanıcı tarafından finanse edilen ABD Gazetecilik Platformu Democracy Now gibi tamamlayıcı medya (Burada “alternatif medya” teriminden kaçınmak gerekir), görece bağımsız çalışmalarıyla hakim anlatı ve hikayelerdeki kör noktalara işaret ediyor.
Bunun bir örneği, Gazze Şeridi’nde İsrail ordusu tarafından öldürüldüğü anlaşılan altı yaşındaki Hind Rajab adlı Filistinli bir çocuğun ve onu kurtarmaya çalışırken öldürüldüğü anlaşılan sağlık görevlilerinin hazin akıbetiyle ilgili hikaye. Onların çok üzücü bireysel kaderleri ana haber bülteni gibi yüksek erişimli yerel medyada bir özet nottan biraz daha fazlası olarak yer aldı. Bu şekilde, medya hikaye anlatımı belirli kapsayıcı anlatıları destekleyebilir veya bunlara karşı çıkabilir; örneğin, belirli bir savaşan taraf için “daha fazla silah.” Ya da genel olarak: “Silahlarınızı bırakın!”
Medya eleştirisini özetleyelim: Anlatısallık, yani yapılandırılmış hikaye anlatımı, pek çok iletişim biçiminde kullanılır: Haberlerde ve seçim kampanyası konuşmalarında, türkülerde olduğu kadar masallarda da. Hikayeler çok sayıda ve çok farklı insan üzerinde çok etkilidir. Medya Bilimci ve Film Yapımcısı Karl-Nikolaus Renner’e göre, diğerlerinin yanı sıra, insanlar muhtemelen her zaman birbirlerine hikayeler anlatmışlardır. Ve görünüşe göre başka türlüsü de pek mümkün değil. Araştırmalar, özellikle genç ve daha az resmi eğitim almış insanlara anlatılar yoluyla özellikle iyi hitap edilebildiğini göstermektedir. Bunun nedeni, bu hikayelerin duygularımıza ve mantığımıza hitap etmesidir. Bilgilendirici ve eğlendiricidirler, çoğu zaman da heyecan vericidirler. Aynı zamanda bir şey de öğrenilebilir (ya da öğrenilmelidir); “hikayenin kıssadan hissesi.”
Bu tür anlatıların oldukça basit bir temel yapısı vardır: Bir ana karakter bir zorlukla karşılaşır ve bunun üstesinden gelmeye çalışır. Karşılıklı olarak birbirine zıt özelliklere sahip olan taraftar ve rakipler vardır. Hedef kitle olan izleyiciler, genellikle ilgili, genellikle sempatik ana karakterlerle özdeşleşebilir (ve özdeşleşmelidir). Bu nedenle hikayelerin büyük çoğunluğu en başından itibaren belirli bir tarafgirlikle karakterize edilir. İyiye karşı kötü, beyaza karşı siyah. Eğer -kriz ve savaş zamanlarında tipik olarak olduğu gibi- benzer iyi/kötü konstelasyonlarına sahip ve mümkün olduğunca duygusal olarak heyecan verici çok sayıda hikaye anlatılırsa partizanlık yoğunlaşır. Haberciliğin yerini hikayecilik alır: bu da hikaye anlatıcılığının kendi başına bir hayat sürdüğü anlamına gelir.
İlgili haber anlatılarına ve haber anlatıcılarına eleştirel bir gözle bakarsak aşırı basitleştirme, aşırı duygusallaştırma ve giderek tek taraflılığa dönüşen partizanlıkla ilgili sorunlu gelişmeleri tartışabiliriz. Belki de kendini sunma ve “stratejik hikaye anlatımı” konusunda kesinlikle bir uzman olan Steve Jobs, en azından bu konuda tamamen haksız değildi: Dünyadaki en güçlü kişi, hikaye anlatıcısıdır. Steve Jobs’a göre bu kişiler tüm nesillerin vizyonlarını, değerlerini ve önemini belirler. Ve böylece muhtemelen yeni “hiç bitmeyen hikayeler” dolaşır durur.
Çeviren: Semra Çelik
Gıda yoksulluğu: Yardım kuruluşları devletin yerini alamaz
Guardian
Başyazı
İngiltere’de açlık çeken ailelerin sayısına ilişkin son veriler, milyonlarca insanın günlük yaşamlarında karşılaştıkları mücadeleye dair endişe verici bir tablo sunuyor. Gıda Vakfı verilerine göre, çocuklu her beş haneden biri son haftalarda öğün atladı ve toplamda 11 milyon kişi gıda güvensizliği ile karşı karşıya. Satın alınan sebze miktarı son 50 yılın en düşük seviyesinde. Barınma da dahil olmak üzere milyonlarca insan yaşamın temel ihtiyaçlarından yoksun bırakılıyor.
Gıda Vakfı, bir haftalık gıda sepetinin fiyatının iki yıl içinde yaklaşık yüzde 25 arttığını söylüyor. Gelir eşitsizliği genel olarak sabit kalsa da, en yoksul haneleri etkileyen zorluklar bu kadar keskin olduğunda, varsılları yoksullardan ayıran uçurumu haklı çıkarmak daha da zorlaşıyor.
Fiyat artışları, sosyal yardım ödemelerini kısıtlayan iki çocuk sınırı gibi politikaların yanı sıra yetersiz gelirler nedeniyle bu durum daha da kötüleşebilir. Buna karşı temel yardım seviyesinin yükseltilmesi gerekir. Gıda Vakfı, sosyal yardım alan hanelerin yüzde 45’inin gıda güvensizliği yaşadığını söylüyor. Vakfın son bülteni, ihtiyacı olan çocuklara yardım yönlendirmek için kullanılabilecek iki özel politikanın altını çiziyor.
Bunlardan biri, pandemi sırasında 2021’de uygulamaya konulan 900 milyon sterlinlik hane halkı destek fonu. Maliye Bakanı Jeremy Hunt şu ana kadar yeni bütçesine bu kalemi dahil etmeyi taahhüt etmedi. Bu fon, belediyeler tarafından ücretsiz okul yemeği alan çocuklara okul tatillerinde de yemek kuponları sağlamak için kullanılıyor. İkinci tedbir ise ücretsiz okul yemeği kriterleriyle ilgili; vakıf mevcut dar çerçevenin, sosyal yardım alan tüm ailelerin çocuklarını otomatik olarak kapsayacak şekilde genişletilmesi ve bunun, okulda eğitim gören tüm çocuklara ücretsiz yemek sağlama politikası doğrultusunda bir atlama taşı olması gerektiğini belirtiyor.
Hane halkı destek fonunun kaldırılması halinde, mali kriz içindeki belediyelerin kendi yerel olarak finanse ettikleri yardım ödemelerini kesiyor olması da endişe verici. İngiltere’nin en büyük gıda bankası ağı olan Trussell Trust gibi yardım kurumları, devlet desteğinin yerini alamayacaklarını biliyor. Bu arada sağlık uzmanları da kötü barınma ve beslenmenin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini giderek daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Geçen yıl açıklanan verilere göre yetersiz beslenme nedeniyle hastaneye başvuranların sayısı 10 yılda üç kat artarak 800 bine ulaştı.
Geçtiğimiz haftalarda hükümetten tütün, elektronik sigara ve kumarın kısıtlanmasına ilişkin açıklamalar geldi. Ancak gıda, kamu politikasında bunların hepsinden daha büyük bir öneme sahip. Sağlıklı beslenme, diğer gelişim biçimleri için bir ön koşuldur; özellikle çocukların yetersiz beslenmesi utanç ve endişe vericidir. Bu kadar çok insanın aç kalmasına izin veren bir hükümet en temel sınavda başarısız olmuş demektir.
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Evrensel / 03.03.24