Macron kaldığı yerden devam ediyor: İşçi sınıfına yeni saldırı

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa'da Macron'un bir dizi yeni karşı reformu, Almanya'da Leningrad açlık soykırımı tartışması, İngiltere'de ise sahte sosyal bölünmelere yönelik uyarılar var.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 21 Ocak 2024
  • 08:55

Fransa’da Ulusla Buluşma adı altında bir basın toplantısı düzenleyen Cumhurbaşkanı Macron, emek piyasasında yapılacak bir dizi karşı-reformu, sermayedarlara müjdeledi. Bu karşı reform ise işsizleri cendereye alacak bir dizi çalışmalarla başlayıp, “sadeleştirme” adı altında işveren sendikalarının yıllardır istediği, işveren yükümlülüklerini kaldırılmasını kapsıyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Leningrad’a yönelik Alman açlık ablukasından kurtulanlar, ablukanın 80. yılında tazminat talep ediyor. Almanya ise bir yandan imajını kurtarmak için bu konuda da bir şeyler yapıyormuş görünse de Yahudi mağdurlara verdiği küçük bir emeklilik maaşı dışında herhangi bir şey yapmıyor.

İngiliz Yazar Dan Evans gerçek dışı sosyal bölünmelere karşı uyarıyor, ayrıca, “Ülkenin geniş kesimlerinin irrasyonel gericiler olduğuna inanmak sadece demokrasiye zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda yanlıştır da” diyor.

Emmanuel Macron işsiz avını neden yeniden açıyor?

Cyprien BOGANDA
Humanité

Fransa Cumhurbaşkanı 16 Ocak Salı günü düzenlediği basın toplantısında, işsizlere yönelik yeni bir baskıyı daha duyurdu ve eski bir terane olan idari “sadeleştirme” konusunu tekrar gündeme getirdi.

Emmanuel Macron, ikinci beş yıllık dönemine, ilkine başladığı gibi, işgücü piyasasında bir (karşı) reformla başlamak istiyor. Eylül 2017’de çıkarılan kararnameler, işten çıkarmalar, iş mahkemelerine başvuru, personel temsilcilikleri gibi kazanılmış haklara odaklanmıştı.

Bu sefer hedefte işsizlik sigortası var. Macron, “İş teklifleri reddedildiğinde daha katı kurallar olacak ve işsizlerimiz eğitim yoluyla daha iyi desteklenecek” diyerek işsizlik sigortasında yapılacak bir dizi reformun ardından işsizlerin yeni bir cendereye daha alınacağı sözünü verdi. Halihazırda, iki “makul” iş teklifini “meşru” bir neden olmaksızın reddeden bir kişi, İşsizlik Kurumu listelerinden çıkarılabiliyor ve yardımları askıya alınabiliyor.

Genel Emek Konfederasyonu (CGT) Merkez Büro Üyesi Denis Gravouil ise şöyle konuşuyor: “Yeni Çalışma Bakanı Catherine Vautrin ile yapacağımız görüşmeler belki daha net bir bakış açısına sahip olmamıza olanak tanıyacak, ama varsayabileceğimiz şey, iş arayanlar üzerindeki baskıyı daha fazla artıracakları. Bu konuda model aldıkları ülke de Almanya: orada, bir yılın sonunda bir işsiz, mesleği ne olursa olsun herhangi bir işi kabul etmek zorunda.”

Macroncuların bu talebi, tam istihdamın (Uluslararası Çalışma Ofisi tarafından tanımlanan yüzde 5’lik işsizlik oranı) ne pahasına olursa olsun sağlanması gerektiği yönündeki son derece ideolojik çalışma dünyası vizyonunun bir parçası. Devlet Başkanı’nın açıklamaları, Ekonomi Bakanı’nın Kasım 2023’te yaptığı “bugün var olan sosyal modelimiz 2027’de yüzde 5’lik bir işsizlik oranına ulaşmamıza izin vermeyecek” açıklamasını da anımsatmakta.

Diğer yandan Emmanuel Macron daha da geniş bir mesaj vermek istemiş de olabilir. Denis Gravouil’e göre “Macron, ülke yönetimlerini sürekli olarak işsizlik sigortasında reform yapmaya zorlayan OECD’nin başını çektiği ‘liberal enternasyonal’e destek sözü vermek istiyor.” Bu da çalışanların haklarında kesintileri gizleyen sadeleştirme vaatleriyle maskeleniyor.

Gerçekten de, devlet başkanın “sadeleştirme”yi amaçlayan yeni projeler başlatacağı söyleminden anladığımız, işverenleri zorlayan son düzenleyici engelleri kaldırmak. Bu nedenle hükümet, “standartları kaldırmak, yasal süreleri kısaltmak, işe alımları kolaylaştırmak, işveren yükümlülüklerin eşiklerini artırmak” için adımlar atacak.

Aslında bu, küçük ve orta ölçekli işletmelerin işveren sendikası tarafından yayınlanan “idari basitleştirme” ile ilgili 80 maddelik bir dizi yeni önerinin ardından gönderilen bir sübliminal bir mesaj. İşveren sendikası, özellikle 50’den fazla çalışana sahip KOBİ’lerin CSE’nin (Kolektif İş İlişkileri Kurulu) kurulması gibi bazı yükümlülükleri ortadan kaldırmak için yoğun bir lobi çalışması yürütmekte.

Çeviren: Eren Can

Alman açlık soykırımı

German Foreign Policy

İkinci Dünya Savaşı’nda Leningrad’a yönelik Alman ablukasının kırılmasının 80. yıldönümü olan 27 Ocak yaklaşırken, hayatta kalanlar bir kez daha en azından küçük bir miktar tazminat için baskı yapıyor. Alman ordusu, 1941 ile 1944 yılları arasında yaklaşık 900 gün boyunca, Sovyet metropolünün üç milyon sakinine gıda tedarikini kesti. Amaç tüm şehir nüfusunu aç bırakarak öldürmekti; tarihçi Jörg Ganzenmüller ablukanın kırılmasının 60. yıldönümünde “katıksız eylemsizlik yoluyla soykırım”dan söz etti. 1.1 milyon insan hayatını kaybetti. Şimdiye kadar sadece Yahudi kurbanlar tazminat alabildi; Berlin 2008’de onlara bir defaya mahsus olmak üzere tam 2 bin 556 avro ödeme yaptı. Yahudi olmayan mağdurlar da şimdi bu meblağı talep ediyor. Aslında Leningrad’ın nüfusunu öldürme planı, Slav “alt-insanlar” olarak karalanan Yahudi olmayan sakinleri açıkça hedef alıyordu. Alman hükümeti ise, Alman açlık soykırımını açıkça tazminat ödenmeyecek bir “genel savaş eylemi” olarak sınıflandırıyor.

Wehrmacht, 8 Eylül 1941’de Leningrad’ın etrafındaki abluka çemberini kapattı; bu, o sırada yaklaşık üç milyon insanın yaşadığı kentin güneydeki Alman birlikleri tarafından tüm ikmalinin kesildiği anlamına geliyordu. Kuzeyde ise bu, Nazi İmparatorluğu’nun müttefiki olan Finlandiya’nın silahlı kuvvetleri tarafından yapılıyordu. Az miktarda yiyecek ve diğer malzemeler, zaman zaman ve büyük risk altında, doğudaki Ladoga Gölü üzerinden şehre getirilebiliyordu. Ancak bu miktarlar nüfusu beslemek için yeterli değildi. Abluka çemberi kapatıldıktan hemen sonra Wehrmacht gıda depolarını ve diğer ikmal tesislerini bombalamaya başladı. Sadece birkaç hafta sonra, gıda ve enerji kaynaklarında dramatik bir kıtlık baş gösterdi. Ölümcül açlık yayıldı ve buz gibi soğuk da birçok cana mal oldu.

Leningrad’ı kurtarmayı amaçlayan Sovyet saldırıları birkaç kez başarısız oldu. Kızıl Ordu ancak 27 Ocak 1944’te ablukayı kırmayı başardı. Leningrad’ın Alman birlikleri tarafından kuşatıldığı yaklaşık 900 gün içinde neredeyse 1.1 milyon insan öldü. Bunların büyük çoğunluğu açlıktan ya da donarak öldü. Açlıktan ölmeleri Alman İmparatorluğu tarafından kasıtlı olarak gerçekleştirilmişti. 9 Temmuz 1941’de Joseph Goebbels, Adolf Hitler’in “Moskova ve Petersburg gibi şehirleri ortadan kaldırmayı amaçladığını” belirtiyordu; bu “gerekliydi”: “Çünkü Rusya’yı tek tek bileşenlerine ayırmak istiyorsak”, o zaman “artık manevi, siyasi veya ekonomik bir merkezi olmamalıdır.” Eylül 1941’de Reich Mareşali Hermann Göring, “ekonomik nedenlerle” Leningrad’ın ilk etapta fethedilmemesini tavsiye etti: Berlin planlarına göre, Sovyetler Birliği’nin yiyeceği Sovyet halkına değil Wehrmacht’a yarayacaktı. Hitler 29 Eylül 1941’de “Bu varoluş savaşında bu metropol nüfusunun bir kısmını bile korumakta bizim açımızdan hiçbir çıkar yoktur” diye ilan etti; şehrin olası bir teslimiyeti “nüfusun nerede olduğu ve gıda temini sorunu bizim tarafımızdan çözülemeyeceği için reddedilmeliydi.” Leningrad nüfusu -milyonlarca Sovyet savaş esirinden farksız olarak- açlıktan ölüme terk edildi. Tarihçi Jörg Ganzenmüller 20 yıl önce, bu toplu katliam biçimi hakkında, bunun “sadece eylemsizlik yoluyla soykırım” olduğunu yazmıştı.

Soykırım ablukasından kurtulanlar, Alman İmparatorluğu’nun yasal halefi olan Federal Almanya Cumhuriyeti’nden hiçbir zaman yeterli tazminat alamadılar. Sadece hayatta kalan Yahudilere 2008 yılında tazminat olarak bir defaya mahsus bir ödeme yapma seçeneği sunuldu. 2021 yılında Yahudi Talepleri Konferansı, Federal Almanya Cumhuriyeti’nden yaklaşık 6 bin 500 Nasyonal Sosyalizm mağduru Yahudi için, ablukadan kurtulan Yahudilerin de prensipte yararlanabileceği bir emeklilik programı taahhüdü almayı başardı. Program, aylık 375 avroluk ödemeleri içermekte. Yahudi olmayan mağdurlar bugüne kadar eli boş bırakıldı…

Özellikle Alman hükümeti, eski Sovyetler Birliği’nin veya bugünkü Rusya’nın Yahudi olmayan vatandaşlarına bireysel tazminat ödenmesini ilke olarak reddetmekte. “Genel savaş eylemlerinden kaynaklanan zararlar genel uluslararası hukuk kapsamına girer ve bireysel tazminatla değil, devletten devlete tazminat anlaşmalarıyla düzenlenir.” Alman hükümeti 2017 yılında Federal Mecliste yaptığı açıklamada Berlin’in, üç milyonluk bir metropolü tamamen açlığa terk etme planını “genel bir savaş eylemi” olarak sınıflandırdı. Eski Sovyetler Birliği’nin “önemli miktarda tazminat topladığı ve Ağustos 1953’te Almanya’nın daha fazla tazminat ödemesinden vazgeçtiği” belirtiliyor. Bununla birlikte, “tazminat alan bir devlet”, “kendi topraklarındaki bireysel zararı telafi etmekten” sorumludur. 2017 yılında Alman hükümeti “yasal tazminat ödemeleri açısından”, “Alman-Rus ilişkilerindeki konunun kapanmış olduğunu” söylüyor…

Ablukanın kırılmasının 80. yıldönümüne iki haftadan biraz fazla bir süre kala, hayatta kalan son kişiler de seslerini duyurmaya başladı. Alman hükümetine yazdıkları açık mektupta, “Kuşatma altındaki şehrin dehşetinden sağ kurtulan farklı milletlerden altmış binden az insan kaldık” diyen hayatta kalanlar, Berlin’in zaten yetersiz olan tazminatı “etnik kökenlerine bakılmaksızın bugün hâlâ hayatta olan tüm abluka kurbanlarına” genişletmeyi reddetmesini “şiddetle kınıyor”.

Çeviren: Semra Çelik

İngiliz siyaseti hakkında bildiğinizi sandığınız her şeyi unutun

Dan EVANS
The Guardian

İngiliz siyasetinin durumunu düşündüğümde aklıma Tom Skinner adında bir adam geliyor. Kendisi bir politikacı değil, Essex’li şakacı bir işadamı ve The Apprentice programına katılarak şöhreti yakalamış bir medya şahsiyeti. Sadece pozitifliğine ve her gün kızartma yiyor gibi göründüğü sosyal medya güncellemelerine hayran olmakla kalmıyorum, aynı zamanda bugün kendimizi bulduğumuz yerin karmaşıklığının bir kısmını da faydalı bir şekilde kişileştiriyor.

Skinner, 2022’deki Petrolü Durdur protestosunun ardından GB News’e çıkarak grubu insanların hayatlarını mahvetmekle suçladı… Ancak kısa bir süre sonra Skinner, sol eğilimli bir yayın organı olan Joe’ya röportaj verdi… Hükümeti ve büyük işletmeleri yerden yere vurdu ve işçi sınıfını, küçük işletmeleri ve Ulusal Sağlık Hizmeti NHS’yi savundu.

Görünüşte birbiriyle çelişen bu iki siyasi açıklama, Britanya’nın ana akım siyasi düşüncesinin çoğunun kabul etmekte başarısız olduğu şeyi yakaladı: bu ülkedeki insanlar, özellikle de şimdi, kolayca sınıflandırılamaz. Başka bir deyişle, Britanya kaotik ve öngörülemez bir siyaset çağına girmiştir.

Dışarıda pek çok Tom Skinner var…

Ancak bu karmaşıklığa rağmen, siyasi kültürümüzde halkı düzgün, temiz kesimli siyasi kutulara veya hiziplere bölme yönünde güçlü bir eğilim vardır. “Essex erkeği-Stevenage kadını”, “boomer-millennial”, “etnik azınlıklar-beyaz işçi sınıfı”. Bu kısaltmalar daha sonra grubun tüm üyelerinin sahip olduğu tutarlı bir dizi değer ve çıkar için güvenilir vekiller olarak kabul ediliyor.

Bir sosyolog olarak, bu gibi kategorilerin faydalı olabileceğini biliyorum. Ancak bizi kör de edebilirler. Siyaset ve medya, başta kamuoyu yoklamaları ve odak grupları olmak üzere toplumla ilgili belirli araştırma biçimlerine dayanır…

Bu tür basit kategorilere bu kadar sadık kalmamızın nedenlerinden biri, Britanya’da sınıflar arası sosyal karışımın giderek daha nadir hale gelmesiyle ilgilidir. Sınıf ve coğrafya ile ayrılmış baloncuklar içinde yaşıyoruz ve kendi sosyal sınıfımız dışındaki insanlarla nadiren anlamlı karşılaşmalarımız veya ilişkilerimiz oluyor. Bu ortamda, diğer insanların görüşlerini anlamak zorlaşıyor. Brexit (İngiltere’nin AB’den çıkması) oylaması, Johnson gibi politikacılara verilen destek ve komplo teorilerinin yükselişi gibi olguları basitçe irrasyonel olarak görüyoruz; ya da bunları seven veya bunlara oy veren herkesin aynı zamanda bunların tüm yönleriyle tam bir mutabakat içinde olması gerektiğini varsayıyoruz…

İnsanların kolektif olarak çalıştığı ve yaşadığı eski ağır sanayilerden ve topluluklardan -daha tutarlı bir sınıf bilinci üreten koşullar- uzakta, bugün atomize, bireyselleştirilmiş hayatlar yaşıyoruz. İşçiler genellikle birbirleriyle rekabete zorlandıkları ya da başkaları üzerinde denetleyici, “takım lideri” görevleri verilen işlere sahipler. İnsanlar düşük ücretli istihdam, işsizlik ve iş ekonomisinde (sahte) serbest meslek biçimleri arasında gidip geldikçe, sınıf sınırları eskiden olduğundan daha az istikrarlı. Kitlesel işçi sınıfı ev sahipliğinin ve serbest mesleğin yükselişi, birçok insanın sosyolog Erik Olin Wright’ın “çelişkili sınıf konumları” olarak adlandırdığı şeyi işgal ettiği anlamına geliyor: Emek ve sermaye ile uyumlu çıkarlara sahipler ve bu nedenle aynı anda hem değişime hem de statükoya inanıyorlar.

Bu ne tamamen yeni ne de tamamen Britanya’ya özgü bir durum (sol ya da sağ olarak kolayca sınıflandırılamayacak daha fazla çelişkili siyaset için Avrupa’daki çiftçi protestolarına bakabilirsiniz). Etkili siyaset teorisyeni Antonio Gramsci, 20. yüzyılın başlarında İtalyan köylüleri ve işçileri arasında tanık olduğu kaotik siyaseti gözlemleyerek “kişiliğin garip bir şekilde bileşik olduğu” sonucuna varmıştır. Sosyolog Richard Hoggart’ın işçi sınıfı yaşamının portresini çizdiği The Uses of Literacy (Okuryazarlığın Kullanımları) adlı kitabı da benzer şekilde, popüler kültürün ve haber medyasının yeni biçimlerinin eski değerler ve inanç sistemleriyle çarpışarak görünüşte çelişkili bakış açıları ürettiğini göstermiştir. İnançlarımız birikmiş yaşam deneyimlerinin sonucudur: aile tarihi ve kuşaklar arası anlatılar ve değerler, eğitim, yaşadığımız bölgeler, iş yerindeki deneyimler, içinde bulunduğumuz kurumlar vb. Bu deneyimler ve duygular, her birimizin topluma baktığı bir mercek oluşturur, ancak bu genellikle bir büyüteçten çok bir kaleydoskopa benzer.

Peki sol bu konuda ne yapmalı? Günümüz solu çoğu zaman insanların mükemmel bir siyasetle ortaya çıkmasını bekliyor gibi görünüyor. Ancak merhum düşünür Mike Davis’in de belirttiği gibi, sınıf bilinci - tutarlı siyaset - hiçbir zaman sihirli bir şekilde ortaya çıkmamış, her zaman sendika temsilcileri, siyasi partiler ve insanların kütüphaneler ve kulüpler gibi işçi sınıfı dernek yaşamına dalmaları yoluyla zorlu, gösterişsiz siyasi eğitim çalışmalarının bir sonucu olmuştur. Sendikal hareketin gerilemesi ve bu toplumsal kurumların ortadan kalkması tutarsızlık ve çelişkilere yol açmıştır.

“Brexitçi” gibi etiketler ve kategoriler baştan çıkarıcıdır. Tanımadığımız ve tanımak istemediğimiz insan tipleri ve yerler hakkındaki önyargılarımızı pekiştirirler. Ancak ülkenin geniş kesimlerinin irrasyonel gericiler olduğuna inanmak sadece demokrasiye ve insanların refahına zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda yanlıştır da.

Sosyal medyada Britanya’nın “yağmurlu faşist bir ada” olduğu yönündeki tüm söylemlere rağmen, Birleşik Krallık’taki çoğu insan genel olarak ilerici değerlere sahiptir. Genel olarak ırk, cinsiyet ve cinsellik konularında hoşgörülü ve açık fikirlidirler. Ayrıca kamu mülkiyeti ve zenginlerden daha yüksek vergi alınması gibi yeniden dağıtımcı ekonomi politikalarını da destekliyorlar. Bu ilerici içgüdülerin tarihsel olarak İşçi Partisi tarafından kullanılmamış olması, seçmenlerden ziyade İşçi Partisi hakkında daha fazla şey söylemektedir.

 Gramsci, kendi rasyonelliklerine inanan ancak başka duyguları ya da yaşam deneyimlerini anlayamayan ilericilerden umudunu kesmiştir. Bu ülkede ilerici bir değişim olacaksa, insanların kaotik karmaşıklığını takdir etmeli, görüşlerin sabit olduğunu ve değiştirilemeyeceğini varsaymayı bırakmalı ve empatinin değerini yeniden keşfetmeliyiz.

Çeviren: Sarya Tunç

Evrensel / 21.01.24