Çalışma Bakanlığı tarafından temmuz ayında açıklanan resmi verilere göre 17 milyon işçinin sadece yüzde 15’i sendika üyesi. Ocak ayında açıklanan verilerden bu yana sendika üyesi işçi sayısında küçük bir artış olsa dahi toplam işçi sayısına oranla yüzde 0,42’lik bir azalma söz konusu. Bunlar devletin verileri olduğuna göre sendikalı işçi sayısının gerçekte bundan çok daha düşük durumda olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca kayıt dışı çalışan işçiler ve kâğıt üzerinde sendikalı olup toplu iş sözleşme hakkından faydalanamayan yüz binlerce işçi de var.
Ekonomik krizin tüm yükünün işçi sınıfı ve emekçilere kesilmek istendiği, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının alabildiğine ağırlaştığı bu süreçte sendikalaşma oranlarının bu denli düşük olması şaşırtıcı gelebilir. Böylesi ağır bir yıkım yaşandığı halde işçi ve emekçilerin sendikalara yönelmiyor oluşu kapitalistler, sermaye devleti ve sendikal bürokrasinin örgütlenmenin önünde yarattığı engellerle açıklanabilir.
Sermaye düzeninin çok yönlü kuşatması!
Sendikalar sınıf mücadelesinin en temel örgütlerinden biridir. Azgın sömürü ve baskı koşullarına karşı işçilerin mücadelesi içinde yaklaşık 150 yıl önce kendiliğinden ortaya çıkmışlardır. Sömürüyü sınırlandırma mücadelesinde oynadıkları rol kadar işçilerin birliğini, dayanışma ve örgütlenmesini sağlamaktaki benzersiz konumları nedeniyle daima sermaye sınıfının saldırılarının hedefinde olmuşlardır. Günümüz koşullarında da kapitalistler sömürü oranlarını artırma ve işçi sınıfını örgütsüzleştirme hedefiyle bir yandan sendika bürokratları eliyle sendikaları denetim altına almaya, öbür yandan ise mümkünse onları etkisizleştirip güçten düşürmeye çalışmaktadırlar.
Kapitalistler fabrikalarda-işletmelerde sendikalaşmayı engellemek için işçiler üzerinde baskılara, yasaklara ve işten çıkarma saldırılarına başvurmaktadır. Sermaye devleti ise tüm kurumlarıyla işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin karşısında kapitalistlerin arkasında konumlanmaktadır.
Yükselen sınıf hareketini ve toplumsal muhalefeti bir silindir gibi ezen 12 Eylül darbesi sonrasında kabul edilen 1982 Anayasası sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme hakkı için sayısız sınır ve şart getirmiştir. 2012 yılında yapılan düzenlemelerde ise küçük bazı değişikliklerle 12 Eylül yasalarının ruhu aynen korunmuştur.
Es kaza belli şartları aşarak sendikalaşmanın “başarılabildiği” durumlarda da kapitalistler hemen işçi kıyımı yoluna gitmekte, uzayıp giden yargı süreçleriyle işyerindeki sendikal örgütlülük zaman içinde eritilmeye çalışılmaktadır. Aynı zamanda yasalarla dayanışma grevi, siyasal grev, işgaller yasaklanmakta, grev yasakları olağan hale getirilerek sendikal örgütlenme hakkı fiilen etkisiz hale getirilmektedir. Sendikal hakları için direniş ve grev yoluna başvuran işçiler ise bu kez karşılarında devletin kolluk güçlerini görmekte, işçi sınıfının örgütlenme hakkı baskı ve terör ile ezilmek istenmektedir.
Kapitalistlerin ve devletinin işçi sınıfını kuşatan bu kapsamlı politikalarının yanısıra sendikal mücadelenin önündeki bir başka temel engel işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kesecek tarzda sınıf bilincinin geriliği ve sınıf kimliğinin zayıflığıdır. Sermaye düzeni egemenliğini sürdürmek için, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri sersemletmeye, güçten düşürmeye, birliğini bölüp parçalamaya dönük sistematik ve ideolojik saldırılar yürütmektedir. Dini istismar ederek, şovenizmi kullanarak, bireyciliği pompalayarak, ahlaki olarak çürüterek işçi sınıfı ve emekçi kitleleri adeta zehirlemektedir. Bizzat sermaye düzeninin politikaları ile yaratılan işçi sınıfının siyasal ve kültürel geriliği mücadele ve örgütlenmenin önünde bir başka engele dönüşmektedir. Bu tablo hem işçinin kendi öz örgütlenmesine yabancılaşmasına yol açmakta hem de süregiden mücadelenin düzeyini belirlemektedir.
İşçi sınıfı içinde sermayenin ajanları!
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme ve mücadelesinde sayısız engel olmasına rağmen bugün için en temel sorunlardan biri sendikalara hakim olan anlayışların kendisidir. Bugün sınıf mücadelesi-sendikalar ilişkisinde temel sorun sadece sendikalı işçilerin sayısının düşüklüğü değil, “örgütlü” kesimlerin mücadele düzeyindeki zayıflıktır. Bu tablonun bizzat sorumlusu da sendikaları denetimi altına almış bürokratik kasttır. Bu bürokratik kast, aidatlarıyla sendikaları çiftlik gibi işletmekte, işçilerin mücadelesini baltalamakta ve işçi sınıfının bilincini çarpıtmaktadır. Asli görevleri işçilerin hak ve çıkarlarını savunmak değil, işçi sınıfında oluşan tepkiyi bastırmak ve sermaye adına işçileri denetlemek haline gelmiştir. Tüm bu tablo, geniş işçi bölüklerinde sendikalara karşı güvensizliğe ve dolayısıyla sendikalara mesafeli durmasına yol açmaktadır.
Ülke tarihinin en ağır ekonomik krizinin yaşandığı bu süreçte sermaye iktidarının kemer sıkma politikaları karşısında kılını kıpırdatmayan, göstermelik açıklamalar dahi yapmayan, halen “gerekirse” iş durdurmaktan bahseden sendikal bürokrasi gerçekliği var karşımızda!
Oysa ki bugün ağır ekonomik kriz koşullarında sınıf hareketinin gelişmesi için imkanlar fazlasıyla varken, bununla bağlantılı olarak sendikal örgütlülüklerin gelişme koşulları da mevcutken sendika bürokratları bundan özenle uzak durmaktadırlar.
İşçi sınıfı bu ablukayı dağıtacak!
Kapitalistlerin, sermaye devleti ve sendika bürokratları eliyle işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini engellenmek istemesine rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin öfke ve tepkileri her geçen gün büyümeye devam etmektedir. Bugün lokal düzeyde gerçekleşen eylem ve direnişler önemli olmakla birlikte saldırıları püskürtmek için ihtiyacımız olan birleşik-kitlesel bir sınıf hareketidir.
İşçi sınıfımız, sermayeden ve sendika bürokratlarından bağımsız taban örgütlenmelerini kurduğunda ve fiili meşru mücadeleyi örgütlediğinde bu ablukayı dağıtacağı gibi, sömürü zincirlerini de kıracaktır!
(Emeğin Kurtuluşu’nun 37. sayısından alınmıştır…)