Cumhurbaşkanı Erdoğan, 6 Temmuz’da kararnameyle Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’yı görevden aldı ve yerine yardımcısı Murat Uysal’ı getirdi. Erdoğan söz konusu görevden almanın gerekçesini Çetinkaya ile faiz konusundaki anlaşmazlıklarına bağladı. Sık sık rezervleriyle gündeme gelen Merkez Bankası’nın başkanının görevde alınması beraberinde yeni soru işaretleri getirdi.
Türkiye ekonomisinin kırılganlığına Merkez Bankası’ndaki durum da eklendi. Türkiye ekonomisini neler bekliyor? Cumhurbaşkanının Merkez Bankası Başkanı’nı görevden alması ne anlama geliyor? Sermaye açısından Türkiye ekonomisi nasıl değerlendiriliyor?
Son gelişmeler ışığında Türkiye ekonomisinin durumunu Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.
Anayasal rejimi nasıl tanımlarsınız?
“Anayasal rejim”in tanımı siyaset bilimi ve uluslararası hukuk açısından açık ve nettir: Anayasa rejimi hiçbir kurum, kuruluş ve kişinin hukuk denetiminden bağımsız kalmadığı rejimdir. Bu şartlar altında da zaten Merkez Bankası’nın bağımsızlığı kavramı son derece göreceli, çoğunlukla da neoliberal devlet yapılanması altında ulusal ve uluslararası finans sermayesine bir nevi güven telkin etmek için kurgulanmış bir mekanizmaydı.
Merkez Bankası sermaye gruplarının çıkarlarına hizmet etmek için koşullandırıldı
Yani merkez bankaları bağımsız değil mi?
İşin aslı dünyanın hiçbir yerinde merkez bankaları bağımsız değil. Bu söylemin ardındaki gerçekler bambaşka. Bu tabii ki bir özür, mazeret değil. Türkiye’de kurumlar o kadar hırpalandı, işlevlerini yitirdiler ki makroekonomik anlamda bilgi üretmek, makroekonomik sisteme yön vermekle mesul bakanlık ve kurumlar artık doğrudan kişilere, sermaye gruplarına rant yaratmak, çıkar sağlamak için doğrudan yönlendirilir hale geldi.
Şimdi Merkez Bankası, resmi olarak görevlendirildiği fiyat istikrarını korumak ve makroekonomik istikrara katkı sağlamak hedefine sahip. MB’nin birçok defa içeriği boşaltıldı. Finans sermayesinin ve hükümete yakın sermaye gruplarının çıkarlarına doğrudan hizmet edecek şekilde koşullandırıldı.
AKP bir sermaye partisi olarak Türkiye’de görev aldı
Faiz, sermayeye çıkar sağlayıcı başlıklardan biri mi?
Kuşkusuz Merkez Bankası’nın elindeki en önemli makroekonomik istikrar aracı faiz. Faiz, borçlanma, tasarruf gibi tüm unsurların belirleyicisi. Enflasyon yapısal krizin bir tezahürü olarak ortaya çıktığında, beraberinde döviz kurunda ivmelenme de getirdi. Bu noktada hükümet, ekonomideki daralmanın önüne geçme telaşına düştü. 2003’ten bu yana AKP doğrudan doğruya bir sermaye partisi olarak Türkiye’de görev aldı. Ancak öncelikle İstanbul finans burjuvazisinin çıkarlarını gözeten bir konumdaydı. Unutmayalım ki, İstanbul finans burjuvazisinin çıkarları, faizlerin düşük, dolayısıyla tahvillerin, borsadaki finansal varlıkların fiyatlarının yüksek ve döviz kurunun da oldukça ucuz olduğu bir ortam istiyor.
Neden bunu istiyorlar?
Finansal varlıklarımız değer kazansın; yurt dışından sermaye girişleri, döviz girişleri canlansın. Bu canlılık da, inşaat ve imar rantına dayalı spekülatif ve yüksek gelir getiren bir rant mekanizması oluşması için.
‘Enflasyonun nedeni faizlerdir, faizler düşerse enflasyon düşer’ sözünün iktisat bilimiyle alakası yok
İstanbul seçimlerinin ikinci defa yapılması bu bahsettiğiniz durumla ilişkili mi?
Kuşkusuz. Türkiye Ankara’dan yönetiliyor, ancak yerel ekonominin finansmanı İstanbul üzerinde kurgulanıyor. Peş peşe mega projeler olarak adlandırılan büyük köprüler, havalimanı, Kanal İstanbul Projesi ve bunun etrafında çevrelenmiş AVM’ler, lüks konutlar ve ulaşım ağıyla birlikte İstanbul’u muazzam bir rant merkezine dönüştürdü. İmar rantlarına dayalı gelir aktarımı, Türkiye’deki yeni sermaye birikiminin ana çerçevesini oluşturuyor. Bu imar rantına, konut inşasına, çarpık sanayileşmeye dayalı üretim modelinin sürdürülebilmesi için talebin sürekli canlı tutulması gerekiyor. Tarihsel olarak bu canlı talep, AKP’nin ilk on yıllık döneminde özellikle 2009 krizi sonrasında döviz kurunun ucuz olduğu bir konjonktür içinde olanaklıydı.
AKP ilk hükümet döneminde Türkiye dış borçlarını dolar bazında iki buçuk misli artırarak 2009 krizine sürüklendi. Oradaki intibak mekanizmaları devreye girip, uluslararası anlamda muazzam bir likidite bolluğunun yaratıldığı bir ortamda faizler neredeyse sıfıra düşmüşken, Türkiye bir türlü bu uluslararası ekonominin parçası olmayı beceremedi. Faizleri bir türlü dünya standartlarına düşüremedi. Bu arada gerek yatırım gerekse tüketim talebinin gerilemesi ve bunun yarattığı kaygı ve endişeler, Merkez Bankası’na sürekli faizleri düşürmesi yönünde telkine yol açtı.
Bu arada sanki iktisat teorisi kullanılıyormuş ve buna dayandırılıyormuş gibi Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle “Enflasyonun nedeni faizlerdir, faizler düşerse enflasyon düşer” gibi iktisat biliminde yeri olmayan; ne kuramsal, ne de gerçeklerle bağdaşan; tamamıyla dogmatik inançlara ve biraz da siyasi baskıya dayalı bir söylem ortaya atıldı.
Sermaye otoriter rejimlerle çalışmakta sorun görmez
Ancak ekonomistlerin bu konudaki uyarıları haklarında suç duyurusunda bulunulmasına neden oldu…
Bu bir siyasi baskı mekanizması. Şunu vurgulamak istiyorum: “neoliberal/küreselleşmeci devlet”, sanki bir çağdaşlık projesi, tarafsız; ekonomide sadece kuralları koyacak ve onların sadece işleyişini dile getirecek biçimde işleyen ve bir etkinlik ve verimlilik abidesi olarak tasarlanan bir düzenleme sistemi gibi tanıtılmakta. Aslında günümüzdeki pratikle görülüyor ki, günümüzün küreselleşmeci devlet yönetimleri, sermayenin hükümranlığını sürdürebilmek için son derece baskıcı, son derece sert, otoriter hatta diktatöryal koşullarda çalışmayı sorun etmiyor. Bu sadece Türkiye’ye özgü değil; bu olgu Macaristan’da, Güney Afrika’da, Polonya’da ve gelişmiş/gelişmekte olan bütün ülkelerde sağ iktidarların hükümet olması ile biçimlendirilmekte. Özünde aslında açık faşizm diye nitelendirilmesi gerekli olan bu gelişmeler kitlelere yeni bir söz oyunuyla “yeni popülizm” diye tanıtılıyor; sanki böyle bir teknik bir terim icadıyla, yumuşatılıyor. Ne zaman sermaye birikimi tıkanır, sermaye yönetemez hale gelir, devlet aygıtının da açık şiddete ve faşizan yöntemlere başvurması, çok tarihsel olarak görülen bir olgu olur.
Türkiye kriz olgusuna yabancı bir ülke değil. 1990’lar kriz yılları olarak anılıyor. 2018- 2019 krizini diğerlerinden ayıran ne?
Türkiye yakın geçmiş tarihinde şiddetli krizlere girdi. Bu krizlerin kurgusuna, yapısına, nedenlerine baktığımız zaman aslında her birinin farklılıklar gösterdiğini ancak özünde her birinin de nihayetinde sermaye birikim rejiminin tıkanmasının sonucu olduğunu gördük. Şimdi 2018-1019’da yaşadığımız krizin kökenleri de aslında 2001, 1994 ve 1980 krizlerinin ardında yatan yapısal koşullara dayanıyor.
Ancak 2019 krizinin ayırt edici özelliği, 1994 ve 2001 gibi finansal bir çöküş yani borsanın birdenbire çöküşü, döviz kurunun yüzde 80-90 oranında değer yitirmesi gibi bir olgu değil, doğrudan bir işsizlik, yoksulluk, tüketim talebinde, yatırımlarda ciddi bir daralma olarak tezahür etmesi. Bu kriz biçimi sadece Türkiye’de değil, dünyada da bir tür kriz biçimi.
Böyle bir dönemde hukuksuzluk, hukuk ilklerinin yadsınması ve Türkiye’nin anayasal rejimden uzaklaşması, Türkiye’ye özgü değil. Genel olarak kapitalizmin serbest ticaret, serbest finans ve küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmak üzere devletin rolünün küçülmesi, sendikasızlaşma, iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi modelinin sınırlarına gelmesi ve gözden düşmesinin bir sonucu. Trump’ın ABD’sinde de böyle, Avusturya, Fransa, İtalya hatta İskandinav ülkelerinde yükselen sağ rejimlerde de bu böyle. Türkiye Hindistan, Polonya Güney Afrika, Macaristan gibi bir dizi gelişmekte olan ülkede de aynı süreç yaşanıyor.
Ekonomistlere neden tepki gösteriliyor?
Biz görevimizi yapıyoruz, Türkiye halkı için doğru olanı Türkiye ekonomisinin daha müreffeh olması için, sürekli büyüme, yüksek istihdam, daha eşitlikçi bir ekonomi, yoksulluğun kaldırılması, ilerideki nesillere daha uygun çevre koşullarının bırakılması için bu uyarıları yapıyoruz. Ama bu, iktidar hesaplarıyla örtüşmüyor.
Dış borcun Merkez Bankası rezervine oranı krizin ayak sesleridir
Merkez Bankası’na dönersek, nisan ayında çıkan bir makalede Merkez Bankası’nın rezervlerine ilişkin soru işaretlerine dikkat çekildi. Şimdi de Merkez Bankası Başkanı görevden alındı. Bu gelişmeler Merkez Bankası’nın imajını nasıl etkiler?
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı kavramı daha en başından ele alırsak, bir sinyal etkisine sahip. Yani Türkiye Merkez Bankası güvenilir, bağımsız bir kurumdur. Kim için güvenilir: Ulusal ve yerel sermaye çevresi için. Bu şu demek: Ben sermaye piyasasına müdahale etmeyeceğim, sermaye giriş çıkışına karışmayacağım, döviz kuruna müdahale etmeyeceğim, dövizin fiyatı serbest piyasada dalgalı kurla belirlenecek, ben sadece ve sadece enflasyon ön görüsünü hedefleyeceğim. Aslında bu yaklaşım teknik olarak enflasyon hedeflemesi olarak anılageldi. Özetle Merkez Bankası şeffaf bir şekilde enflasyon hedefi yapacak, yıl sonu, iki üç yıllık enflasyon hedefi tahminlerini paylaşacak. Bu hedefi tutturmak için de elinden geleni yapacak. Buradaki en önemli silah da faizdi.
Şimdi MB’nin rezervleri olgusu şu bakımdan çok önemli: 1997’de Asya Krizi patlak verdiğinde oradaki deneyim IMF ve tüm finansal derecelendirme örgütlerine gösterdi ki bir ülkenin kısa vadeli dış borçlarının merkez bankası rezervlerine oranı veya bir ülkenin dış açığının rezervlerine oranı veya ithalat faturasının rezervlere oranı gibi göstergeler, öncü kriz göstergeleri olarak izlenir oldu. Merkez Bankası’ndaki rezervlerin mutlak anlamda 10 milyar az, 20 milyar çok olması değil; önemli olan, rezervlerin dış borçla, dış açıkla, ithalat gibi unsurlara oranı. Örneğin kısa vadeli dış borçların Merkez Bankası’nın net veya brüt, ne olursa olsun, rezervlerine oranına bakıldığında Türkiye’deki bu gösterge 2001’deki oranın üstünde, 1997’deki Asya Krizi’nde krize giren ülkelerindeki oranlarının üstünde. Bu, kaygı veriyor. MB yönetimi, bu kaygılar çerçevesinde biraz da enflasyonla bilim yoluyla mücadele için önce bir algı operasyonu izlemeye çalıştı ve rezervler üzerine olan bu uyarıları “net değil brüt” türü teknik tartışmalar ve dolambaçlı söz oyunlarıyla örtbas etti. İkincisi “faizleri artırıyorum” demeden efektif olarak dolaylı yollardan kullanıcıya daha pahalı olacak şekilde artırmayı tercih etti. Böylelikle de siyasi otoritenin baskılarına sadık, ama efektif olarak piyasanın gereklerine uygun bir ara yol izledi. Ne var ki bu “ara yol” ne siyasi otoriteyi, ne de “piyasaları” tatmin etti.
Bu hafta Para Politikası Kurulu toplanacak. Bu toplantıdan ne beklemek lazım?
Sosyal medyada dolaşan senaryoları düşünmek bile istemiyorum. Burada enflasyona iktisat biliminin gereklerini zorlayarak, siyasi telkinlere ve dogmatik sloganlara dayalı bir müdahale yepyeni bir kriz dalgasına neden olabilir. Çok büyük bir olasılıkla sadece aritmetik hesap gereği “baz etkisi” denilen olgu nedeniyle temmuz ve ağustos fiyatlarındaki artış oranı yavaşlamış olacak. Malum, artış oranı taban değerine göre hesaplanır ve geçen yılın aynı döneminde enflasyon o kadar yüksekti ki şimdi yaz aylarında sanki enflasyondaki artış oranının düşmesi enflasyonun gerilmesi ve dolayısıyla fiyatlar düşüyor, kriz de geri kaldı izlenimi yaratılacak. Hep bu senaryolar gündeme geliyor.
Enflasyona müdahale krizi derinleştirebilir
Bakan Albayrak da bu yönde bir açıklama yaptı. Hatta yakın dönemde enflasyon tek haneli rakamlara inecek dedi…
Buna dayanarak evet kriz geride kaldı, enflasyonu düşürdük söylemiyle birlikte Merkez Bankası böyle ciddi oranda 4-5 baz puanlı faiz indirimine gidip, ekonomiyi ivmelendirmeye yönelebilir. Uluslararası konjonktür de uygun gelirse; S-400, F-35 alımı konusundaki dış politika gerginliği de yatışmış gibi gösterilirse, Türkiye ciddi anlamda birdenbire kısa dönemli bir ivmelenme yaşayabilir. Satışlar hızlanır. Fakat bunun getirdiği risk ve itibar kaybı öyle sanıyorum ki yapısal nitelikli işsizlik, sanayinin ithalata bağımlılığı gibi sorunları birdenbire ortaya çıkartabilir ve kısa süre içinde Türkiye tekrar yüksek enflasyon ve döviz bir hareketliliğiyle karşılaşabilir.
Yani bu aslında vitrini güzel gösterme, her şey yolundaymış gibi yapma mı oluyor?
Evet, maalesef öyle olacak gibi. Hatta bir olgunun altını çizmek lazım, kriz farklı şekillerde tezahür ediyor. Bu her zaman böyledir. İnsanlar öyle koşullandı ki krizden dövizin pahalılaşmasını ve enflasyonun tırmanmasını anlıyor. Sanki bunlar kontrol alındığında her şey yolunda gibi gözüküyor….
Öte yandan genç işsizliği denilen gösterge rekor kırmış durumda. Kriz sadece enflasyonla mı ölçülüyor?
Her dört gençten biri işsiz. Bunların büyük bir kısmının da yüksek eğitimli, eğitimli gençler olduğu görülüyor. Özellikle genç kadınlarda bu oran yüzde 30’a çıkıyor. Yoksulluk verilerine bakarsak Türk Lirası cinsinde hesaplanmış olanın ciddi olarak yaygınlaştığı görülüyor. Türk-İş yoksulluk sınırının Türkiye’de yüzde 40’a varan kitleyi kapsadığını gösteriyor. Benzer bağımsız çalışmalar yüksek işsizlik, sanayide üretimin durma noktasına gelmesi ve çok daha önemlisi yatırımların ciddi anlamda gerilediği bir süreçte olduğumuzu gösteriyor.
Ancak yıllık cari açıkta azalma var. Bakan Albayrak bunu müjde gibi verdi. Sevinmeli miyiz?
Bu koşullarda bu olumlu bir gelişme değil. Cari işlemler dengesi dediğimiz kavram milli gelir özdeşlikleri açısından ekonomideki tasarruflarla yatırımlar arasındaki farkı verir. Yani tasarruf yapmıyoruz tüketiyoruz. Yatırım için yeteri kadar tasarrufumuz yok. Aradaki fark dışarıdan gelecek. Ona dış açık diyoruz. Şimdi dış açığın kapanması hatta fazlaya dönmesi, içeride iki mekanizmayla ilişkili olur. Bir üretkenlik artar, ihracatınız artar. Yepyeni bir eğitim hamlesi, üretkenlik hamlesi gerçekleşir… Bunlar birdenbire olmaz, ama nihayetinde kendi öz kaynaklarıyla daha fazla tasarruf yapan, yatırımlarını karşılayan bir ekonomi olur. Bu, Türkiye için bir hayal. İkinci mekanizmada tasarruflar düşüktür, öyle kalır; yatırımlar gelirler ve düşük düzeyde tasarruflarla eşitlenir, dış açık kapanır. Yani ekonomi daralır, hatta dibe vurur. Türkiye’de olan biten bu ikinci olgudur. Bunun “başarı” olarak nitelendirilmesi; “hedeflerimizi tutturuyoruz” diye gösterilmesi gerçeklerin gizlenmesi ve algı operasyonudur.
Türkiye geleceğini tehlikeye atıyor
Bu konuda Çin, Almanya ve enerji üreticilerini biliyoruz….
Türkiye’de olan biten, zaten gerileyen, zaten düşen tasarruflar varken daha da hızlı daralan bir yatırım talebi ile karşı karşıya olunmasıdır. En son çeyrek dönemde yatırım harcamalarındaki yıllıklandırılmış büyüme oranının eksi yüzde 20 olduğunu, yani yatırım talebinin yüzde 20 daraldığını görüyoruz. Beş dönemdir üst üstte eksi rakamlar geliyor. Türkiye sermaye gelirini sürekli eriten, yeni sermaye yaratamayan makine teçhizatı içinde son iki çeyrekte sırasıyla eksi yüzde 25 ve eksi yüzde 11 yatırımı olan bir konjonktüre sürüklendi. Yani Türkiye geleceğini tehlikeye atıyor. Gelecek nesillere miras bırakacağı üretkenliğinden, teknolojisinden, sermaye varlıklarından yiyerek tehlikeye atıyor.
Bakan Albayrak neden böyle bir açıklama yapıyor, neden cari fazla iyi bir şey gibi sunuyor?
Meseleye nereden baktığınıza bağlı. Türkiye’de var olan krizin esas nedenini ısrarla görmemeye çalışmaktan kaynaklanıyor. Bu krizin üç ayırt edici niteliği var: Yapısal nitelikli, reel üretim ve istihdam krizi ve bununla paralel giden hukuk krizi. Üçüncü olarak 1994’ten, 2001’den farklı olarak ilk defa bir krizin bu kadar yadsındığı bir dönem yaşıyoruz. Kriz yok gibi davranılıyor.
Kriz dış mihrakların saldırısı gibi gösterilmek isteniyor
Hatta ana akım medyada bu dillendirilmiyor. Bundan özellikle kaçınılıyor sanki…
Evet, ayrıca bunu söyleşilerinde dile getiren arkadaşlarımızın ihraç edildiği, medya kanallarında seslerinin kısıldığı ortamları gördük. Bu hafta MUSİAD Başkanı örneğin “Türkiye’de kriz yoktur” dedi. Krizin nedenleri irdelendiğinde AKP’nin 17 yıllık karnesine bakılacak. Gerçek müsebbibi de orası. Krizi sanki “yabancı mihraklar, dış güçler siyasi terörle beraber iktisadi terör uyguladılar” şeklinde açıklama senaryosu peşindeler. Tüm iktidarlar aslında kendilerinin sorumlu olduğu krizlerde hayali bir düşman yaratıp hayali bir senaryo oluşturmaya meylederler. Şu anki iktisadi yönetim de bunu yapmanın peşinde. Bu söyleme ise gerçekten kendilerinin de dogmatik biçimde inandıklarını düşünüyorum. Bu bir bilgisizlik, yanlış okuma, verileri yanlış değerlendirme veya teorik yetersizlik değil, bu bir inanç meselesi. Gördüğünü görmeme meselesi.
Gerçeklerin, doğruların üstü sürekli böyle senaryolarla örtbas edilmek isteniyor. Gerçek yaşam ise en devrimci olgudur, üstünü örtmek zordur.
FED faiz indirince sermaye Türkiye koşacak iddiası gerçekçi değil
Küresel ekonomide bir küçülme iddiası var. Bu Çin’deki büyüme rakamlarıyla ilişkilendiriliyor. Bir de temmuzdaki Fed toplantısı. Burada 25 puanlık bir indirim bekleniyor. Bu koşullarda yatırımcı sermaye Türkiye’ye gelir mi?
Hayır. Bunu gerçekçi bulmuyorum. Ne Türkiye için ne diğer ülkeler için. Şu an büyük bir likidite bolluğu var. Fakat bu bolluk 2003-2008 arasındaki coşku ve sermayenin hareketliliğinden farklı.
Nasıl bir farklılık var?
Her şeyden önce, o dönemde Çin dünyanın atölyesi konumundaydı; ucuz mal üretiyor ve ülkeler arası ticaret serbest ve çok yüksek oranda hareketlilik söz konusuydu. Sermaye hareketleri çok hızlı ve büyüktü. Mal ticareti serbestisi üstüne bir engelleme yoktu. Trump faktörü yoktu. Dünyada üretim yapılıyordu. Makroekonomik anlamda temel göstergelerin büyüme konjonktürü içinde olduğu bir dünyadaydık.
2009 sonrası dünya büyük bir durgunluk içinde. Yapısal eşitsizlik var. Ücret gelirleri yatay seyrediyor, gelir yaratılamıyor. Yepyeni bir teknoloji hamlesine dayalı bir üretim sıçraması yok. Burada “risk algısı” çok önemli bir unsur oluyor. Bu bakımdan Fed, faiz indirse bile bunun büyük bir coşkuyla gelmesi zor. Belki sönmekte olan bir balon gibi oradan oraya sıçrama ihtimali de var. Düşen enflasyon, düşen cari açık, biraz da koşullar uyarınca S-400, F-35’ler uluslararası çevrelerden birkaç yaldızlı sözcükle, yeni Merkez Bankası Başkanı’nın “güvenli” nitelendirilebilecek algı operasyonu, uluslararası finans sermayesinin duymak isteyeceği bir konjonktürde Türkiye’ye geçici olarak bir sıcak para sermayesi girişi olabilir. Fakat bu, temel problemi çözmediği gibi daha da kötüleştirecektir. Dış borçlanma artacak, Türkiye’nin sorunlarını ertelemekten ve daha da derinleştirmek öteye gitmeyecektir.
Bu koşullar uyarınca Türkiye’nin ne yapması gerekiyor?
Kısa vadeli değil, orta – uzun vadeli bakmalıyız. Türkiye’nin bu krizden çıkışı istihdam yaratıcı teknolojiyi, üretimi destekleyici biçimde kullanmaktan geçiyor. Bunun için kamu girişimciliğinde yepyeni bir KİT modelinde planlı bir ekonomi modelinin çözümü olabileceğini düşünüyorum.
Prof. Dr. Erinç Yeldan Kimdir?
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nde öğretim üyesi olan Erinç Yeldan, Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nde lisans okuduktan sonra doktorasını yine aynı alanda 1988 yılında Minnesota Üniversitesi’nde tamamlamıştır. Yeldan, uluslararası ekonomi, makroekonomik kalkınma, uygulamalı genel denge ve makroekonomik modeller üzerinde çalışmaktadır. Türkiye ve uluslararası iktisat yazınında çok sayıda bilimsel araştırma ve makalesi bulunan Erinç Yeldan, 1998 yılında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bilim teşvik ödülü sahibidir. Her çarşamba Cumhuriyet gazetesindeki köşesinden görüşlerini paylaşmaktadır.
Gazete Duvar / 08.07.19