Lübnan’ın başkenti Beyrut, haftalardır kitlesel yolsuzluk protestolarına sahne oluyor. Zaman zaman polis ile göstericiler arasında çatışmalar çıksa da, an itibariyle gösterilerdeki gerilim düşmüş durumda. Fakat Başbakan Saad Hariri’nin istifasına ve ardından yaşananlara rağmen sokaklardan yükselen kitlesel taleplerin azaldığı söylenemez. Tabii bugünlerde ortasında kocaman bir yumruk tasarımı duran Şehitler Meydanı’nın hava aydınlıkkenki terk edilmişliği, sizin daha farklı düşünmenize neden olabiliyor.
Şehrin, hatta belki de ülkenin yakın tarihi açısından en sembolik noktalarından olan meydan, hâlâ çadırlarla dolu. Polisler ve askerlerse araçlarının başında, meydanı çevreleyen köşelerde kendi aralarında günlük muhabbete devam ediyor. Gündüz vakti bu çadırların tek canlı olanı, göstericilere nargile hizmeti sağlayan portatif bir ‘nargile kafe’. İnsanların nerede olduğunu sormak üzere ‘Press’ yazan bir çadıra giriyorum. Oldukça yorgun görünen bir kadın gazeteci, bana göstericilerin farklı bir kente gittiğini ve her gün olduğu gibi akşam burada olacaklarını söylüyor. Daha akşama saatler var. Etrafta kimse olmayınca bütün meydan haftalardır yaşananları anlatan bir açık hava müzesi gibi görünüyor. Bilgi için teşekkür edip geçmiş günleri özetleyen duvarları takip ediyorum.
Çadırların hemen arkasında, kentin sembollerinden, ‘Yumurta’ olarak adlandırılan bir bina bulunuyor. Brutal bir mimariye sahip bu yapı, 1960’larda bir sinema salonu olarak tasarlanmış fakat inşası İç Savaş nedeniyle bir türlü tamamlanamamış. Protestolar sırasında içindeki salon da akademisyenlerin öğrencilerine ders verdiği bir alana dönüştürülmüştü. Dolayısıyla binanın içerisinde onlarca slogana ve tasarıma rastlamanız mümkün. ‘Devrim’ ve ‘özgürlük’ talep edilen kitlesel eylemlerin olmazsa olmazı sloganlara her köşede rastlamak mümkün. Aralarında en dikkat çekeni, salonun sol duvarını tamamıyla kaplayan bir duvar yazısı. ‘Yumurta’nın tepesine çıkıp gösteri alanına tepeden bakmak isteyen bir gencin çevirisine göre şöyle diyor: “Hangisi daha korkunç: Mezhep mi, açlık mı?”
Aşağı kata indiğinizde bir sütunda sizi karşılayan Lenin ise şöyle sesleniyor: “Kapitalistler bizim onları asacağımız halatları bize satmaya çalışacak.” Yazılamaya sözün gerçekçi sertliğine aldırmayan bir gülen surat ifadesi eşlik ediyor. Lenin’in hemen arkasındaysa göstericilerden Instagram’da kendisini takip etmelerini isteyen bir kişinin feryadı yer alıyor. Üstelik bunu dileyen tek kişi o değil, neredeyse her duvarda, bir Instagram kullanıcısının bıraktığı, ‘Lütfen takip, harika fotoğraflar paylaşıyorum’ ricaları var. Yumurta’nın dışındaki duvarlarda benzer bir durum var: Orak çekiçler, feminist semboller, illüstrasyonlar, kimisi komik kimisi değil şakalar…
Akşam olunca etraf hareketlenmeye başlıyor. Meydanın bir noktasında toplanan grup, yeni kurulacak hükümeti protesto etmek ve en başından beri savundukları talepleri dile getirmek amacıyla birazdan meclise yürüyecek. En azından gidebildikleri yere kadar… Çoğunluğu öğrenci örgütlerinin üyelerinden oluşan kitleyi sınıfsal ve etnik açıdan tanımlamak oldukça zor. Sayıları fazla olmasa da grup polis çemberiyle yürüyüşe geçtiğinde coşkulu sloganlar kitleye eşlik ediyor. Sanırım Arapça, protestolarda fonetik açıdan oldukça hoş duran bir dil. Belki sadece bize farklı bir dil diye öyle geliyor olabilir ama sloganlarda oldukça ritmik bir havanın olduğu kesin. Başka dillere kıyasla sloganlar kesinlikle bir şarkıyı anımsatıyor ve kolay kolay kulağınızda çınlamayı bırakmıyor. “Korkmuyoruz asla, meclisin koruyucuları ayaklarımın altına” bunlardan sadece bir tanesi. Yol üzerindeki bankaların büyük bir çoğunluğu eylemlerden yorgun düşmüş. Kırmızı boyalarla kaplanmış, tabelaları sökülmüş veya camları kırılmış bu yapılar, yürüyüş başladığı vakit sağlam bir polis gücüyle korunuyor. Geçtiğimiz günlerde göstericilerin bankalara yönelmesi, eylemlerin arkasındaki ekonomik kaygıları da özetliyor.
Meclisin bulunduğu Downtown muhitinin girişine varıldığında polis zaten yolu kapatmış durumda. Gün içinde de bölgeye girmek mümkün değil. Kitle de polisin sokağa çektiği dikenli tellerin arkasında sloganlar ve şarkılarla protestoya devam ediyor. Sloganlara oldukça sesli bir şekilde eşlik eden bir göstericiye sohbete başlangıç için oldukça kolay bir soru yönelterek, ‘Protestolara katılarak ne amaçladığını’ soruyorum. Siyaset bilimi öğrencisi bu genç de çoğu diğer kişi gibi kendisinin de yoksulluğa ve yolsuzluğa karşı sokakta olduğunu belirtiyor. Kendisi ve sokaktaki milyonlarca insan basit toplumsal haklardan mahrum bırakılırken yöneticilerin kendi dünyalarında yaşamaya devam etmesinden rahatsız olduğunu söylüyor:
“Kaç haftadır sokaktayız, bir şeyin değiştiği yok. Halkımızın ufku da oldukça karanlık, hatta yok! Şu anki yöneticilerin istisnasız hepsi savaş suçlusu. Bizi, Hariri ya da bir başkası arasında yapılacak bir seçime zorlayarak olası çözümleri de kendi tekellerine almak istiyorlar. Fakat nasıl olursa olsun, bizi dinlemek zorunda kalacaklar, çünkü biz kendimizi dinleteceğiz.”
Eylemlerin sürekliliğine dairse ekonomik arka plana dikkat çekiyor: “Ülkedeki ekonomik kriz büyüdükçe eylemler daha da yıkıcılaşacak. ‘Ülkeye elektrik verilse kitleler dağılır’ diyebilirsiniz ama elektrik yok! Her şey bir yana işsizlik, açlık ve konut sıkıntısı da hükümetin kontrolünden çıktı. Bu eylemlerin geçmişteki benzerlerinden bir diğer önemli farkıysa başka şehirlerde de devam ediyor olması.”
Hazır oldukça akıcı konuşan bir siyaset bilimi öğrencisini bulmuşken soruları artırıp merak edilen noktalara geliyorum. Eylemlerin ‘İsrail’, ‘ABD’ ya da herhangi bir başka ‘dış güç’ tarafından desteklendiği teorilerine karşı ne düşündüğünü soruyorum:
“Evet böyle düşünenler var. Başta her ne kadar daha farklı tutum alsa da [Hizbullah lideri Hasan] Nasrallah taraftarları daha sonradan eylemlere konsolosluklardan para aktarıldığını söyledi. İşin aslı biz ne ABD’yi, ne İsrail’i ne Suudi Arabistan’ı, ne de İran’ı istiyoruz. Dış güçlerin desteklediği görüşüyse milyonlarca insanın somut taleplerle sokağa indiği bir ortamda oldukça manasız. Kaldı ki Kasım Süleymani’nin ölümünden sonra gördük kimin ‘dış güçlerle’ ilişkisi olduğunu. Asıl onlar ilişkili.”
Çoğumuzun merak ettiği bir diğer nokta da ülkede yaşananların 2010’lardaki Arap ayaklanmalarına benzeyip benzemeyeceği. Bu kitle hareketi de bambaşka bir korkunç duruma doğru ülkeyi sürükleyebilir mi diye sorduğumda, ‘her zaman bir risk olduğunu’ söyleyen öğrenci, hele ki Lübnan gibi karmakarışık, küçük ve oldukça kilit bir ülkede bu riskin hayli yüksek olduğunu belirtiyor. Fakat ona göre artık neyin nasıl ilerlemesi gerektiği, geçmişte yaşanan acı tecrübelerle daha iyi öğrenilmiş durumda: “İdeolojik olarak bir birlikteliğimiz yok elbette. Asgari toplumsal ve ekonomik hakların peşindeyiz. Marksistler de liberaller de aynı kortejde mesela. Bu, şu an için bundan daha farklı bir şey beklemesek de ileride yüzleşmemiz gereken bir durum olacak.”
Bu soruya ek olarak sokaktaki göstericilerin farklı mezheplerden gelmesine karşın nasıl bir arada olduklarını sordum. Bana temel nedenin jenerasyonlar arası fark olduğunu söyledi: “Burada her kesimden insanı görebilirsiniz. Söylediğim gibi bizi yöneten neredeyse herkes savaş suçlusu. Geçmişte savaşı yaşamış nesiller için böylesi bir yönetici kesim kabul edilebilir olmasa da tezat içermiyordu. Hatta daha önceki ayaklanmalarda bu nesiller ile savaş sonrasının çocukları aynı saftaydı. Fakat şu an, sadece iç savaş nedir bilmeyen bir jenerasyonla karşı karşıyalar. Onlar iç savaşın eseri, biz de halk ayaklanmasının…”
Birkaç öfkeli birkaç da şakalı sloganla göstericiler, ‘kökten çözüm’ ve ‘devrim’ için ertesi gün tekrar buluşmak üzere dağılıyor. Bazıları komünist ud sanatçısı Mısırlı Şeyh İmam’ın şarkılarını söyleyerek yürüyor…
Gazete Duvar / 07.01.20