Gencecik bir meslektaşımızı daha kaza görünümlü cinayette kaybettik. Tükenmeye ve intihara sürüklenen, birkaç gün ardından ağıtlar yakıldıktan sonra dayatılan kölelik koşulları beyin kıvrımlarımızın en derinine itilip incecik bir sızıyla gündeliğin ağırlığına boyun eğen ve sonunda topraklarından edilen, gidip görece insani koşullarda çalışmanın türlü yollarına savrulan meslektaşlarımızı yitirmeye devam ediyoruz.
Yıllarını önünde yığılan kitapların ardında geçiren, zorlu sınavlarla girdikleri tıp fakültelerinde kitaptan duvarların ardına hapsedilen, uzmanlık eğitimi adı altında günaşırı nöbetlerle, kışkırtılmış sağlık talebinin çıktısı bir hasta yüküyle baş başa bırakılan ve eğitim almak için geldikleri hastanelerde sağlık hizmetinin yükünü çekip, üzerine baskılarla, sindirme ve yıldırmayla tüketilen, bu ülkenin en parlak beyinlerini yitiriyoruz, bilmem farkında mısınız?
Açlıkla yorgunluk arasında seçime zorladığımız meslektaşlarımız, asgari ücretin azıcık üzerinde maaşları ile ödemekte zorlandıkları kiralarını ödeyebilmek, en az bir maaşları tutarında bir kitabı satın alabilmek için nöbet ücretlerinden medet ummaya çalışıyor. Nöbet ücreti deyince büyük meblağlar anlaşılmasın, aldıkları maaşın ancak üçte birini ekleyebilirlerse ay sonunda, bir açığı kapatıp kitap taksitini zar zor ödüyorlar. Durmadan çalıştıkları nöbetin sonunda olur da eğitim aldıkları bölüm nöbet izni kullandırmaya elverse bile, ödenecek faturalar beklerken seçecekleri izin almak değil, yorgunluktan ölmek oluyor ancak.
Nöbet ücreti insanlık dışı koşullarda soluksuz çalışmanın, emeklerinin karşılığı bile değilken, sanki o emek dinlendiklerinde ödenecekmiş gibi izinle takas ediliyor. Ya ölüm ya ölüm... Buraya kadar eğitimden söz etmedim, fark etmişsinizdir. Eğitim bunun neresinde derseniz, Dokuz Eylül Üniversitesinin “Mesleksel Beceriler Laboratuvarı” eğitimlerinde intörnleri kullanıp akran eğitimi adı altında eğitimi de öğrencilere yüklemesini örnek gösterebilirim. Akran eğitimleri öğrenme sürecinin önemli bir bileşeni elbette, ancak beraberinde bu eğitimi yönlendirecek öğretmen eşliğinde ve iş yükünü sırtlanmaya odaklanmadığında.
Nöbetin 35. saatinde yüzünde gülücüklerle hastayı karşılamadığında, kendisinden esirgenen şefkati hastasına yansıtamadığında işittiği hakaret ve tehditleri beyaz kod verip bildirirse gelen polislerin şiddeti meşrulaştıran arabuluculuk çabalarına maruz kalmaktan, bazen görevi gereği gelip ifadesine başvurması gereken polis gelmeyip onu karakola davet etmişse haklarını bilemediği için o 36 saatin ardından sürüklenerek karakola gitmekten, idarenin tehditle yetinmeyip de şikayet de eden hasta için istediği savunmadan arta kalan zamanlarında son çıkan bilimsel yayınları takip etmesini beklediğimiz, nöbetleri daha sık tutmak pahasına dişinden tırnağından artırıp, bazen kredi çekip binlerce liralık kongrelere katılması için zorladığımız, hayatlarına el koymaktan zerre suçluluk duymadığımız o gençler artık tükendi.
Gidiyorlar, gitmekte de haklılar. Bizler yeterince dik duramadık, öğretmenleri olarak bu koşulları değiştirecek mücadeleyi veremedik. Onlara örnek olamadık. Meslek örgütümüze üyelikten, sendikalı olmaktan kaçındık yıllar boyu. Halk sağlığını koruma ödevi de olan meslek örgütünü halk sağlığını bozan etkenleri dillendirdi diye siyaset yapmakla suçladık. Örgütlü mücadelenin kazandığını öğretemedik. Tıp eğitimini de akranlara bıraktığımız gibi bu eğitimin bir parçası olan haklarımıza sahip çıkmanın yollarını gösteremedik.
Sağlık Bakanlığı binlerce istifanın ardından Türk Tabipleri Birliği bu durumu görünür kılınca hekimleri arayıp sormak zorunda kaldı nedenlerini, yazılar gönderip gerekli gereksiz şikayetler için hekimleri soruşturmalarla meşgul etmeyin demeye başladı ya ne fayda. Onu da “meşgul etmeyin, daha çok hasta baksınlar” diye yapmış olmaları epeyce yüksek olasılık. TTB olarak YÖK ile, Tıpta Uzmanlık Kurulu ile yapılan görüşmeler, iletilen öneriler ancak biz meslek örgütümüzle yekpare bir mücadeleyi güçlendirdiğimizde etkili olabilir. Ardında 180 bin hekimin gücüyle söylenmelidir her söz, yapılan her eylem!
“Emek bizim, söz bizim”, evet! O söz de birlikteysek güçlüdür.
Evrensel / 25.10.21