İslamcılar ‘yerli ve milli’ olabilir mi?*- Merdan Yanardağ

İslamcılar ve muhafazakâr milliyetçilerin hiçbir zaman “yerli ve milli” olamadığı görülecektir. Çünkü Arapçı ideolojik doku ve aydınlanma karşıtı yapıları bir yana, siyasal İslam ve muhafazakâr milliyetçilik deyim uygunsa “emperyalizmin çocuğu” oldukları açıktır.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 20 Şubat 2022
  • 09:15

Bilindiği gibi, AKP’nin ve MHP’nin resmi ve gayri resmi sözcüleri ile yandaş medya kısa sayılmayacak bir süreden beri NATO ve ABD karşıtı, hatta anti-emperyalist bir hava içinde. Öyle ki, söz konusu zevat, önüne gelen muhalifi, Amerikan yanlısı olmakla, Washinton’dan emir almakla, hatta Batı’nın çıkarlarını temsil etmekle suçluyorlar. Artık bütün kötülüklerin nedeni belirsiz ve soyut bir kavramla “dış güçler” olarak tarif ediliyor.


Böylece İslamcı iktidar, giderek siyasal ve felsefi bir iflasa dönüşen beceriksizliğini ve başarısızlıklarının faturasını, bu “dış güçler denilen” neredeyse soyut ve mistik bir düşmanın üzerine yıkarak, toplumsal tepkiyi savuşturmaya çalışıyor. Bu konuda bir ölçüde başarılı olduğu da söylenebilir. Çünkü basit bir sokak röportajında bile bu deyim karşımıza çıkabiliyor.


Ortada açıkça müstehcen bir durum ve siyasal ikiyüzlülük bulunuyor. Emperyalizm ile kirli bir işbirliği tarihi önümüzde apaçık dururken bizden “yerli ve milli” olduklarına inanmamızı istiyorlar. Bir ABD projesi olarak kurulup iktidara taşınan AKP, her zaman olduğu gibi, kendi niteliğini ve kusurunu karşısındakilere, rakiplerine yüklemeye çalışıyor.

Şimdi gelin İslamcıların ve muhafazakâr milliyetçilerin siciline kısaca bakalım. İsrail cumhurbaşkanının Ankara’yı ziyaretinin beklendiği, AKP iktidarının içeride ve dışarıda büyük bir sıkışma yaşadığı ve yeniden küresel Yahudi sermayesine yaklaşmaya çalıştığı şu günlerde, İslamcıların Filistin halkıyla dayanışma efsanesinden başlayabiliriz.

Filistin davası ve kirli sicil

Bilindiği gibi, İslamcı hareketin, İran karşı devriminin de etkisiyle 1980 sonrasında geliştirdiği bir Kudüs ve Filistin söylemi var. Dinsel motiflerle bezenmiş adeta kutsal bir söylem bu. Oysa, gerçek ve tarih tamamen farklıdır. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada İslamcılar, Filistin halkıyla değil, Filistinli dincilerle dayanışma halindedir. İslamcılar, laik ve sola açık diye gördükleri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1960’lı ve 70’li yıllarda sürdürdüğü büyük mücadeleyi değil desteklemek, tam tersine ona hep karşı oldular. Tıpkı ABD ve İsrail gibi, Filistin kurtuluş mücadelesini “terörizm”, Filistinli savaşçıları da “terörist” diye nitelendirdiler.

İslamcılar, iç ve dış politikadaki bütün hamasetine karşın, Filistin’le gerçek anlamda bir dayanışma içinde olmadılar. Başından itibaren Filistin halkının emperyalizme ve siyonizme karşı yürüttüğü mücadeleyi destekleyen, işgal altındaki topraklara giderek onlarla birlikte savaşanlar ise sosyalistler ve devrimciler oldu. Dünyanın bütün ezilen halklarına verilen destek gibi, mazlum Müslüman halklar ile dayanışmanın onuru da sola aittir.

Deniz Gezmiş’in Filistin gerilla kamplarında İsrail’e karşı savaşırken taşıdığı, FKÖ bileşenlerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi kimliği, hala bir bayrak gibi dalgalanmaya devam ediyor. O topraklarda arkadaşlarımızın mezarları var. Filistin mücadelesine destek vermek için 1969 bölgeye giden ve İsrail askerleriyle çatışmada yaşamlarını yitiren 8 Dev-Genç (Devrimci Gençlik Federasyonu) üyesi o topraklarda yatıyor. Aynı dönemde İslamcılar, İstanbul Boğaz çıkışında demirleyen ABD 6. Filosu’nu kıble sayıp namaz kılıyor, emperyalizmini protesto eden devrimcilere polis desteğinde saldırıyorlardı. Tarih arkamızdan geliyor, sicilimiz de.

Filistin’de ölen devrimciler arasında Türk Solu Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü Bora Gözen ile Dev-Genç’in kurucu bileşeni olan ve Deniz Gezmiş’in genel başkanlığını yaptığı Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) üyeleri de vardı. Çatışmada ölen diğer devrimcilerin adları da şöyleydi; Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Ali Kiraz, Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Gürol İlban, Şükrü Ötkü. Onlar hala birer onur sancağı olarak Filistin’de, “Halkların Kardeşliği Mezarlığı”nda yatıyor. Enternasyonal dayanışma için daha sonra da Filistin’e giden ve siyonizme karşı savaşta yaşamını yitiren çok sayıda başka devrimci arkadaşımız da oldu.
Türkiye’yi yöneten sağcı iktidarlar, başta FKÖ olmak üzere, Filistinli örgütleri yakın denebilecek zamana kadar “terörist-anarşist” sayıyordu. Ancak, Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki CHP hükümeti, 1978 yılında FKÖ’yü resmen tanıyınca tutum zamanla değişti. Aynı yıl Ankara’da bir Filistin irtibat bürosu kuruldu. O büro bugün büyükelçilik statüsündedir.

Soğuk savaş imalatı

Tarihsel, kültürel ve teolojik kökleri daha derinlere inse de Türkiye’de aktüel İslamcılık ve milliyetçi sağ (muhafazakâr milliyetçilik), esas itibarıyla birer Soğuk Savaş ürünü olarak gelişmiştir. Kurucu, demokratik milliyetçilik ve geleneksel İslam ile ilgisi yoktur. Siyasal İslamcılık ve muhafazakar milliyetçilik, 1950’li yıllardan itibaren anti-komünist bir anlayışla ve emperyalizmin işbirlikçisi olarak şekillenmiştir. Oportünist (ilkesiz) bir karakter kazanmıştır. İslamcılığın mayasında bulunan ilkesizlik/oportinizm, yani “takiyye” ve “ehven-i şerriye” anlayışı bu süreci kolaylaştırmıştır. Bu anlamda aktüel İslamcılık ve ülkücü milliyetçiliğin kaynakları esasen birbirine çok yakındır.

İslamcılık ve muhafazakâr milliyetçiliğin kaynaklarındaki Soğuk Savaş etkisini ve ortaklığı çarpıcı bir örnekle açmakta yarar var. İslami çevrelerde pek muteber bir isim olan, bu yanıyla bir ara liberal çevrelerde de bile kabul gören, Türkiye’nin en kıdemli dincilerinden Mehmet Şevket Eygi’nin yazdıkları, emperyalistlerle işbirliğinin ve derin devlet operasyonlarının kirli bir parçası olduklarının itirafıdır. (Mehmet Şevket Eygi, 12 Temmuz 2019’da 87 yaşında öldüğünde, tabutunu taşıyanlar arasında Tayyip Erdoğan da vardı.)

Mehmet Şevket Eygi 2007 yılında şunları yazıyordu: "İslam hukukunun ve bilgeliğinin evrensel prensiplerinden biri de ehven-i şerreyn tercih olunur (iki kötülükle karşı karşıya kalınırsa, bunlardan az kötü olanı seçilir) kaidesiydi. Biz Müslümanlar ülkemizdeki düzenin kötü bir düzen olduğunu kabul ediyorduk. Lakin o tarihteki (1960’lar ve 70’ler) şartlar ve imkanlar içinde onu değiştirip yerine daha iyi bir düzen getirmek imkanlarına sahip değildik. O halde, o imkanlar elimize geçinceye kadar ehven-i şerreyn yani Amerikan nüfuzu bölgesinde bulunmak zorundaydık..." (Milli Gazete, 22 Kasım 2007)

İşte böyle. Herhalde tarihte böylesine utanç verici bir suç ortaklığı ve uşaklık ilişkisi bu kadar utanmazca itiraf edilmemiştir.

İslamcılar ve kanlı pazar

Mehmet Şevket Eygi sıradan bir İslamcı değildir. İslamcı hareketin yakın tarihteki en etkili teorisyeni ve yazarlarından biridir. Eygi, 1960’lı yıllarda çıkardığı Bugün gazetesinde kurulu düzeni ve ABD emperyalizmini savunan yazılar yazıyor; yalana, iftiraya ve kara propagandaya başvurarak bütün gücüyle sola saldırıyordu. Kontrgerilla operasyonlarında görev üstleniyor ve kendisini izleyen İslamcı gençleri de bu operasyonlarda kullanıyordu. O dönem bu kirli operasyonlarda görev alan isimlerden çoğu, günümüzde AKP hükümetlerinde görev yapıyor.

M. Şevket Eygi, geçen hafta yıldönümünü andığımız “Kanlı pazar” katliamında önemli, hatta belirleyici rol oynayan bir siyasal İslamcıydı. İstanbul’a 1969’un Şubat ayı başında gelen ABD Akdeniz’deki ünlü 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere karşı bir cihat kampanyası yürütüyordu. Eygi, Bugün gazetesindeki başyazılarında ABD emperyalizmini protesto eden devrimcilere karşı Müslümanları "Allah için cihada" çağırıyordu.

İstanbul Beyazıt Meydanı’ndan 16 Şubat 1969 Pazar günü başlayan ve Taksime uzanan, on binlerce devrimcinin katılımıyla ABD’nin 6. Filosu’nu protesto mitingi yapan gençlere camilerden çıkan dinci-faşist bir güruh, polis korumasında saldırmıştı. Kanlı Pazarı tezgâhlayan Kontrgerilla, komuta merkezi Pentagon’da olan illegal ve sol düşmanı bir NATO örgütlenmesi, İslamcılar ve ülkücüler de onun sokak aparatıydı.

Bu saldırı için bir gece önceden çevredeki camilere yığınak yapılıyor, İstanbul’un değişik semtlerinden ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden getirilen saldırganlar Taksim bölgesine yerleştiriliyordu. Abdullah Gül’ün yüksek öğrenim bölümü başkanı olduğu Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) bu saldırının planlandığı merkezlerden biriydi. Dönemin MTTB Genel Başkanı da yine tanıdık bir isimdi; AKP iktidarlarında bakanlık ve TBMM Başkanlığı yapan, halen cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği görevinde bulunan İsmail Kahraman!

İslamcı ve faşist saldırganlar 16 Şubat 1969 Pazar günü yürütülen kirli operasyonda polis ve MİT/ Kontrgerilla elemanları tarafından sevk ve idare ediliyorlardı. Taksim Meydanı’na çıkan ilk 400 kişilik grup ile ana kitle arasına polis barikat kuruyor, arkadaşlarıyla irtibatı kesilen ve alanda çıkan bu küçük devrimci gruba güvenlik güçlerinin himayesinde yaklaşık 3 bin İslamcı ve faşist saldırıyordu. Bu saldırı sonucu 200 kişi yaralanıyor ve 2 devrimci genç öldürülüyordu. Bu olay siyasal tarihe "Kanlı Pazar" diye geçecekti. Amerikan hesabına yurtseverlerin kanını akıtmaktan kaçınmayanlara o zaman da bugün de İslamcı deniyordu.

İslamcıların Türkiye’nin yakın tarihi ve “Filistin davası” bağlamındaki kısa sicili böyledir. Bu sicile ve tarihe bakıldığında İslamcılar ve muhafazakâr milliyetçilerin hiçbir zaman “yerli ve milli” olamadığı görülecektir. Çünkü Arapçı ideolojik doku ve aydınlanma karşıtı yapıları bir yana, siyasal İslam ve muhafazakâr milliyetçilik deyim uygunsa “emperyalizmin çocuğu” oldukları açıktır. AKP iktidarının 2003-2008 yıllarında olduğu gibi, İsrail ile bir kez daha yakınlaşarak ABD elitinin güvenini yeniden kazanmaya çalıştığı şu günlerde, anımsatayım istedim.

*Daha önce farklı versiyonlarını yayımladığım (4 Haziran 2010) bu yazımı, önemi ve güncelliği nedeniyle yenileyerek bir kez daha ilginize sunuyorum.

BirGün / 20.02.22