Geçen hafta Türkiye’nin gelecek yılki yol haritası olacak 2020 yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nın açıklandığı günlerde, İstanbul Fatih’te dört kardeşin siyanür içerek toplu intihar haberi toplumun yeni kutuplaşma gündemini oluşturuyordu.
Yandaş medyanın müptezellerine, hatta bazı klavye demokratlarına göre, yine intihar etmek suretiyle ekonomik olarak AKP iktidarını hedef almış insanlar algı oyunlarıyla ortaya çıkmıştı.
İntihar edenler için akıl hastası imasından tutun da, “maddi durumları gayet iyiymiş” diyenler mi ararsınız yoksa üstüne basa basa manken vurgusuyla konuyu ahlaki, dini zemine çekmeye çalışanlar mı? Biz yine başkaları adına utanırken, bir diğer intihar haberi Antalya’dan geliyordu. Bunlar, dört kardeşin intiharının sebebinin ekonomik olmadığı davulunu çalmaya devam ederken, ikinci bir haber Antalya’dan geldi. Dört kişilik bir ailenin ardından geriye işsiz ve çaresiz bir babanın intihar mektubu kalmıştı.
Toplumdaki atanamayan meslek gruplarından gelen insanların, işçi sınıfının, KHK’lıların ve işsizlerin intiharları arkada psikolojik başta olmak üzere ekonomik, sosyal, toplumsal pek çok neden barındırıyor. Bunların analizini ve tespitlerini elbette uzmanlara bırakmak gerek. İntihar çok keskin, çok geri dönüşsüz bir vazgeçme biçimi. Buna da saygı duymak gerek. Elbette ölümü güzelleyecek, ölüme övgü getirecek değiliz. Medyanın üzerine düşen ise intihar edenlerin her birine bir kulp takmak yerine, toplumsal bir soruna yaşamı önceleyen bir bakış açısıya ışık tutmak, nedenleri ve çözümleri ortaya koymaktır.
Buradaki en temel tespitlerden biri, uygulanan ekonomi politikalarıyla yoksulluğun giderek farklı gelir gruplarına yayılması, ekonominin belli bazı sektörlere mahkum edilmesiyle istihdamın genişletilememesinin yanında işsizliğin çoğalması, kent yoksulluğunun giderek daha artarak görünür olması, orta sınıfın madden ve ruhen sıkışmışlığı, çaresizliği, her şeyi terk edişi, hayattan vazgeçişi…
Türkiye’nin gözünü bunlara kapatarak normal bir toplum olabilmesi mümkün değil. Diğer türlü bu kadar kutuplaşmanın ve ötekileştirmenin olduğu bir toplumda da dayanışma inşasının gerçekleşebilir olması da çok mümkün görünmüyor…
Siyaset bilimci ve ekonomist Albert Hirschman’ın 1970 yılında kaleme aldığı “Exit, Voice and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations and States” (Terk, İtiraz ve Sadakat: Şirketler, örgütler ve devletlerin gerilemesine tepkiler) adlı kitabı, izlediğimiz uzun metrajlı trajik filmin son bir haftalık kısaltılmış versiyonu gibi.
Hirschman’ın teorisinden devam edecek olursak, Türkiye’deki insanların özellikle de orta sınıfın önünde ekonomik ve siyasal gerçekliklerin sonucunda üç farklı yol vardır, birincisi terk etmek.
Doğduğu, büyüdüğü, ait olduğu ülkeyi terk edip gitmek…
Bu seçeceği kullanmak o kadar kolay değil, bunu kullanabilenler genellikle imkanları daha geniş olanlar, orta ve üst sınıflar.
Elbette, intihar da bir terk etme yolu olarak ele alınabilir…
2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda yer alan göç verilerine göre, sadece 2018’de başka ülkelere göç eden Türkiye yurttaşları bir önceki yıla oranla yüzde 20 arttı. Yüzbinlerce insan her yıl farklı sebeplerle Türkiye’yi terk etmek zorunda kalıyor.
Türkiye’de öteden beri bireysel hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlandığı, demokratik değerlerin, ifade hürriyetinin, hak, hukuk, adaletin mumla arandığı bir otoriterizm iklimindeyiz. Gün geçmiyor ki önümüze kadına, çocuğa, doğaya, canlılara, etnik, cinsel, dini farklılıklara olana, her çeşit siyasal çizgideki muhalife, ezcümle kendilerinden olmayan herkese yönelik zulüm, şiddet, haksızlık haberi düşmesin.
Hirschman’a göre, insanların önündeki seçeneklerden biri de, ses çıkarmak, itiraz ve mücadele etmek…
Tüm bu dayatmalara yönelik en ufak bir ses çıkarmaya çalışanın nasıl susturulduğunu ve sindirilmeye çalışıldığını çokça örnekle tecrübe ediyoruz. Direnen kesimlerin üzerinde öyle bir baskı var ki, mücadele pratikleri yok edilmek isteniyor. Sivil itaatsizlik eylemleri bu açıdan önemli.
Bir diğer seçenek ise, biat etmek…
Çoğunluğun ruh halini ve hayattaki seçimlerini en net biçimde gösteren biat ki, AKP iktidarlarının politik düzeninin yükseldiği, beslendiği alan. İhalelerle, yardımlarla, imtiyazlarla genişletilerek bağlılığın/bağımlılığın yükseltildiği en dertsiz, en tasasız seçenek. Onların terk etmek, itiraz etmek gibi dertleri yoktur, halinden en memnun kesimler onlardır.
AKP iktidarlarının ekonomi politikalarının yanı sıra çatışmacı ve savaş politikaları, şiddet içeren ve kutuplaştırıcı dili, toplumsal ayrışmayı besleyip büyütüyor, işsizliği, yoksulluğu, açlığı ve çaresizliği geniş bir tabanda çoğaltıyor.
Bu politikalarla mücadelenin tek yolu, Albert Hirschman’ın üçlemesinde yer verdiği itirazdan geçiyor, bu toplumu ezdikçe ezen, yoksullaştıran, giderek daha fazla değersizleştirmeye çalışan politikalara karşı örgütlü mücadele, dayanışma ve yan yana durma hattının sıkılaştırılmasıdır. Bunun için büyük siyasal örgütlenmelere de gerek yok, bir mahalle derneği de, bir üretim kooperatifi de, bir dayanışma ağı da başlamak için yeterlidir.
Yeter ki, içimizdeki itiraz sesini başkalarından önce biz kısmak istemeyelim…
Bunlar ekonominin sıcak yüzü…
Soğuk yüzünde ise kağıt üzerinde kalmaya mahkum bazı saylar dolaşıyor…
2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na göre 2020 yılında bütçe açığı 138,9 milyar liraya yükselecek, dış ticaret açığı 41,5 milyar dolara gerileyecek, 2019 yılı genelinde Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH) büyümesi yüzde 0,5 olarak gerçekleşecek, buna rağmen 2020 yılında GSYH yüzde 5 büyüyecek ama işsizlik yüzde 11,8’e düşecek.
Ya terk, ya itiraz, ya biat… Siz hangisini seçerdiniz?
Artı Gerçek / 10.11.19