Günümüzün modern burjuva toplumunda bir kadın sorunu var. Daha ilk adımda aileden başlayarak toplumsal yaşamın her alanında bu sorunu her biçimiyle ve bütün boyutlarıyla görebiliyoruz.
Erkek egemenliğine dayalı burjuva aile yapısı
Ailede görüyoruz öncelikle; ailenin reisi hala da tartışmasız biçimde erkek ve bu en gelişmiş toplumlarda bile böyle. Örneğin İsviçre gibi gelişmiş burjuva demokrasisiyle tanınan bir ülkede 1972 yılına kadar hala kadınların oy hakkı bile yoktu, onların yerine evin reisi olarak kocaları bu hakkı kullanıyorlardı. Birçok batılı ülke için ikinci emperyalist savaş sonrasına kadar bunun böyle olduğunu ayrıca biliyoruz, buna Fransız Devrimi’nin beşiği Fransa da dahil. Oysa geri ve ataerkil Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi, zaferinin hemen sonrasında bu utanca bir çırpıda son vermiş, bunu kadın-erkek eşitliğinin tüm öteki gerekleriyle birleştirmek yolunu tutmuştu.
Erkek egemenliği burjuva toplumu için de önsel bir veridir ve bunun bir uzantısı olarak da aile içinde evin reisi binyılların ataerkil ilişkilerine uygun olarak yine erkektir. Burjuva toplumu kendinden önceki sınıflı toplumdan devraldığı aile biçimini kuşkusuz burjuva dönüşümlere ve ihtiyaçlara uygun düşen bir değişime uğrattı. Ama aile içindeki ilişkiler sistemi esası yönünden değişmeyerek kaldı, bu çerçevede erkek ailenin reisi olarak kalmaya devam etti.
Tarihin gördüğü en ileri burjuva devrimi Büyük Fransız Devrimidir. Bu devrimle feodal ilişkilere, geleneklere, değer yargılarına muazzam darbeler vurulmuştur; bu devrim sayesinde akıl ve bilim öne çıkmış; din ve kilise, papazların kovulması ve kiliselerin ateşe verilmesine varacak denli itibardan düşmüş; insan ve yurttaş hakları bugün hala geçerli evrensel beyannamelere konu olmuş, özgürlük ve eşitlik idealleri alabildiğine yüceltilmiştir. Ama bu en büyük burjuva devrimi bile kadın hakları ve özgürlüğü alanına uzanamamıştır. Gündeme getirdiği “insan hakları”, Fransızcadaki kelime oyunuyla uyumlu olarak “erkek hakları” olarak kalmıştır. Napolyon’un adıyla da anılan ilk Fransız Medeni Kanunu (Code Civil) daha sonra Avrupa’nın tümü için genelleşti ve esası yönünden bugün hala da tüm batıda yürürlüktedir. Bu kapsamlı burjuva hukuksal düzenleme, Fransız Devrimi’nin büyük dalgası kırıldıktan sonra geride kalan kazanımların, bunu egemen hale gelmiş burjuva ilişkiler sisteminin olarak da anlayabiliriz, hukuksal ifadesidir. İşte bu ünlü medeni hukuk düzenlemesinde aile ve toplum içinde herşey erkek egemenliğine dayalıdır. Evin reisi tartışmasız olarak erkektir ve bundan kaynaklanan sayısız ayrıcalığı vardır. Yeni medeni kanun bunları sağlam biçimde güvence altına alır. Bu, burjuva dünyasının kadın-erkek ilişkilerine bakışınının, bu dünyanın kendi sınıf çizgisinde gördüğü ve göreceği en ileri devrimin ürünü bir medeni hukuk düzenlemesi üzerinden yanısımasıdır. Buradan baktığımızda İsviçre üzerinden bize ilk bakışta şaşırtıcı görünen anormal durumun bir açıklamasını da buluyoruz. Büyük devrimin kendi ülkesi bile kadınları seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakan bu aynı utançtan ancak İkinci Emperyalist savaş sonrasında kurtulabilmiştir.
O günden bugüne erkek egemenliğine dayalı burjuva aile yapısında kadın lehine elbette bir dizi gedik açıldı. Fakat bunların tümü de kural olarak kadın özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliği adına kurulu burjuva düzenine karşı zorlu sosyal-siyasal mücadelelerin ürünü olarak gerçekleşti.
Lenin’in, parti basınımızda değişik vesilelerle yayınlanan Ekim Devrimi’nin 4. yılı konuşmasında, kadın sorunu üzerinden en ileri burjuva devrimleriyle Ekim Devrimini karşılaştırması bu açıdan rastlantı değildir. Lenin, Fransız Devrimi’yle açılan çığır içinde burjuva dünyasının bir dizi öteki alanda olduğu gibi kadın özgürlüğü alanında da 125 yıl içerisinde yapamadıklarını Ekim Devrimi’nin aylarla ölçülen bir zaman dilimi içerisinde yaptığını söyler. Her biçimiyle feodal kalıntılar, din sorunu, ulusal sorun, kadın sorunu vb. sorunları sıralayarak, “bugün dünyanın en ileri ülkeleri arasında dahi bu sorunları burjuva-demokratik doğrultuda tamamen çözmüş olan tek birülke dahi” olmadığını vurgular ve bunun gerisinde “kutsal özel mülkiyet”e duyulan derin saygının bulunduğunu söyler. Parti programımızın teorik bölümü de (8. madde) bu aynı gerçeğe işaret eder; özel mülkiyet düzenine dayalı burjuva sınıf egemenliğinin, tüm öteki temel siyasal ve sosyal sorunların yanısıra, “kadının sosyal ezilmişliğinin ve köleliğinin” de asıl kaynağı olduğunu özenle ve önemle vurgular.
Toplumsal yaşamın tüm öteki alanlarında kadınını ezilmesi ve horlanması
Aileden topluma geçiyoruz; kadının burjuva toplumunda ezilen bir cins olduğunu ve egemen burjuva değer yargıları içinde aşağı bir cins olarak görüldüğünü biliyoruz. Bu bugünkü burjuva toplumda çok açık ve kaba bir biçimde ifade edilmese de, sonuçta toplumsal değer yargılarının, geleneklerin, örf ve adetlerin, ve nihayet, bütün bunlara manevi bir koruma zırhı oluşturan dinin, kadını hep aşağıladığını, hep geride gördüğünü, onu aile ve toplum içinde ikinci sınıf saydığını, dahası bunun genellikle de sorun edilmediğini, tersine egemen kültür ve değer yargıları içinde olağan karşılandığını biliyoruz. Kadınların eşitlik talebinin basıncı altında ve uluslararası işçi hareketinin çabaları sayesinde, biraz da evrensel özgürlük anlayışının bugün ulaştığı düzeyle bağlantılı olarak, kadının bu aşağı durumu bugün artık eskisi kadar çıplak bir biçimde savunulamasa da, resmi burjuva toplumu tarafından soruna pratikte hala da özünde böyle yaklaşıldığını biliyoruz.
Genel toplumsal alandan üretim alanına geçiyoruz ve bu alanda da kadın aleyhine net bir ayrımcılık olduğunu, emekçi kadının bu cephede de belirgin bir ayrıma tabi tutularak ezildiğini ve sömürüldüğünü kültürel ve manevi yönden horlandığını görüyoruz.Uzun onyıllardan beridir uluslararası işçi hareketinin en yakıcı istemlerinden biri olan “Eşit işe eşit ücret” isteminin temelinde, kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri içinde kadın aleyhine yerleşmiş ve kurumlaşmış ayrımcılık var. Kadınlar erkeklerle aynı işi yaparlar, fakat onlarla aynı ücreti alamazlar. Bunalım ve işsizlik kapitalizmin yol arkadaşlarıdır, bu ayrılmaz ikilinin başgösterdiği her durumda öncelikle kadınlar hedef olurlar, işlerini yitirmek yoluyla faturayı önce onlar öderler. Ücret ödemelerinde kadını cins konumu üzerinde ele alarak alehinde ayrımcılıkta bulunan kapitalistler, fakat öte yandan kadınının cins konumundan gelen ihtiyaçlarına karşı tümüyle duyarsızdırlar, kadın sağlığı ve analık konumundan gelen ihtiyaçlar onları ilgilendirmez. Buna rağmen kadın işçinin bugün bu alanda kısmen de olsa bazı kazanımları varsa eğer, bu tümüyle uluslararası işçi hareketinin bu alandaki tarihsel mücadelelerinin bir sonucudur.
Öte yandan bakıyoruz, kapitalizm kadını metalaştırıyor, hayatın her alanında ve her görünüm altında buna rastlıyoruz. Kadına gündelik yaşam içinde yaklaşımdan tutunuz da onun reklam nesnesi bir cinsel obje olarak kullanılmasına, daha da ötesi dosdoğru kapitalist piyasanın fuhuş sektöründe bir meta olarak alınıp satılmasına kadar bu böyle. Kadının pazarlanmasına dayalı fuhuş, kapitalizmde yasal bakımdan da kurumlaşmış en kârlı sektörlerden biridir. Dahası, kurumlaşmış biçimiyle yasal fuhuş, kapitalizmdeki genel fuhuşun onda biri, hatta yüzde biri bile değildir. Bu kadarı sadece onun görünen, toplum nezdinde meşrulaştırılan kısmı... Bunun son derece kuralsız büyük bir sektör olduğunu, uyuşturucu sektörünün bir benzeri, onunla her açıdan içiçe bir ikiz kardeşi olduğunu biliyoruz. Gündelik dilde uyuşturucu ile fuhuşun bir arada anılması bu açıdan rastlantı değildir, mafyalaşmış kapitalizmin en gelişmiş iki mafya sektörüdür bunlar. Bu, kapitalist toplumun kadını ezmesinin ve aşağılamasının bir başka biçimidir, en rezil, en aşağılık, en ikiyüzlü yönüdür.
Öte yandan kadın insanoğlunun doğurgan cinsidir, insan neslinin çoğalması kadın sayesinde olanaklı olabilmektedir. Kadın anadır, çocuk doğuruyor, toplumun kendini sürdürebilmesinin çok temel bir koşulu böylece gerçekleşiyor. Çocuk doğurmak toplumun kendini sürdürebilmesinin olmazsa olmaz koşulu olduğu halde, çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi tümüyle kadına, daha doğrusu aileye ve aile üzerinden kadına ait bir sorun olarak kabul edilir. Tüm sınıflı toplumlara özgü bu kabulün kapitalist toplumda da esası yönünden değişmediğini görüyoruz. Toplumun analığı toplumsal bir işlev kabul etmesine ve çocuk bakımını toplumsal bir sorumluluk haline getirmesine yönelik adımlar kapitalizm koşullarında çocuk yuvaları, kreşler vb. olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak biz bunların çok zorlu mücadelelerle bizzat işçi hareketinin çabalarıyla kazanıldığını, halen de işçi hareketinin birçok ülkedeki en temel taleplerinden birinin emzirme odaları, kreş, çocuk bakım yuvaları olduğunu, bu alandaki tüm kazanımları işçi hareketinin tarihsel mücadelelerine borçlu olduğumuzu biliyoruz. Her ülkede aynı düzeyde olmasa da, tüm bunların işçi hareketinin zorlu mücadeleleriyle kazanıldığını ve bu sayede dünya ölçüsünde yaygınlaştığını da biliyoruz.
Ama öte yandan bakıyoruz, devrevi olarak yinelenen kapitalis bunalımlar gündeme her geldiğinde, bunalıma çare olarak düşünülen saldırılar kapsamında hedef haline getirilen kazanımlardan biri de bu oluyor. Kadın işini kaybetmekle kalmıyor, çocuğa bakmak üzere eve de kapatılıyor. En ileri ve zengin kapitalist ülkelerde bile bu aynen böyle yaşanıyor. Bu, çocuk bakımı sorununu yeniden tümüyle kadının kişisel sorumluluğu olarak görmek, bu yükü ona bırakmak ve bunu üstlenmek üzere kadını gerisin geri eve göndermek anlamına geliyor.
Kapitalizm burada bir taşla iki kuş vuruyor; bir yandan çocuk bakım yükünden, bunun gerektirdiği sosyal harcamalardan sıyrılıyor, öte yandan bu bakımı kadına yüklemek yoluyla onun iş yaşamından eve sürülmesini meşrulaştırıyor ve bu yolla istihdam yükünün hafiflemesini sağlıyor. Savaş döneminde kocalarını ve oğullarını kitlesel olarak savaşa sürdükleri kadınları sanayiinin her dalına çekip çalıştıran, işgücü ihtiyacı olduğu zaman kadının herşeyi yapabileceğini propaganda eden ve kadının çalışmasını teşvik eden kapitalist yönetimler, bunalım dönemleri gelip çattığında kadını kolayca kapının önüne koyabilmek için onun “ana” ve ev kadını “eş” olduğunu hatırlarlar, evine dönüp analık ve karılık görevlerini yerine getirmesini arsızca isterler ya da incelikli yollarla telkin ederler.
İşini kaybeden kadın için çocuğuna bakmak ve ev işlerinin tüketici yükünü yüklenmek kendiliğinden oluşan bir sonuç oluyor. Öte yandan sosyal harcamaların kısılması yoluyla çocuk bakımı aileye bırakıldığı zaman, bu otomatikman bu yükü kadına bırakmak oluyor. Böylece kadın çocuk bakımıyla birlikte tüketici ev işlerini yüklenmek üzere eve kapatılıyor. Kadını ev yaşamının dar çerçevesinden üretimin ve böylece sosya yaşamın geniş alanlarına çekerek tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığını söylediğimiz o aynı kapitalizmin bunalım dönemilerinde kadın için yarattığı akibet tamı tamına işte bu. Ve bu, en kaba ve en ileri düzeylerde bizzat bugünün sözümona en ileri ve müreffeh kapitalist ülkelerinde böyle oluyor, böyle yaşanıyor. Buradan da gelen temel önemde bir kadın sorunu var bugünün burjuva toplumunda.
Çocuk bakımı son derece önemli bir temel toplumsal sorun. İnsan nesli çoğalmadan toplum varolamıyor, bunu ise ana olarak kadın gerçekleştiriyor. Bundan çıkan sonuç, analığın toplumsal bir işlev olduğudur. Bu nedenle çocuk bakımı ve yetiştirilmesi konusunda toplumun tam bir sorumluluk üstlenmesi gerekir. Buna yönelik olarak çok yönlü sosyal-kültürel kurumlaşmaların gerçekleştirmesi ve bunun tüm giderlerinin toplum tarafından karşılanması gerekir. Böylece çocuk bakımının kadının sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi yaşama özgürce katılmasını engelleyecek bir faktör olmaktan kesin olarak çıkartılması gerekir.
Burada sorun, gerici ve anti-komünist burjuva propagandasının en bayağı bir biçimde iddia ettiği gibi, çocuk ile anne, ya da ebeveynleri arasına mesafe koymak değil, fakat anne ve babalara iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel yaşama katılmalarına yeterli olanağı sağlamak, çocuk bakımından dolayı bütün bunların aksamasına olanak vermemektir. Dinlenmek, okumak, eğlenmek, her türden insani etkinliğe dilediğince katılabilmek için gerekli zaman ve olanakları sağlamaktır. Bunun için yeterli sosyal kurumlaşmaların örgütlenebilmesi ve bunun bütün giderlerinin de toplumsal fonlardan karşılanabilmesidir. Kapitalizmin böyle bir sorunu olmadığını görüyoruz. Kadına bu sorun üzerinden binen o müthiş ezici ve bunaltıcı yük, kadın sorunu ile kapitalizm arasındaki derin organik bağı ortaya koymaktadır.
Kadın sorunu tarihsel ve toplumsal bir sorundur
Özetle bugünün modern burjuva toplumunda her düzeyde gözlenebilen bir kadın sorunu var. Aileden başlayarak toplum yaşamının hem tüm alanlarına kadar kendini gösteren çok temelli ve kapsamlı bir sorundur bu.
Kadın sorunu toplumsal bir sorundur; bu onun mevcut toplum ilişkilerin ürünü olan, bu ilişkilerin bütününden kaynaklanan bir sorun olduğu anlamına gelir. Günümüzün burjuva toplumunda bir insan ilişkileri sistemi var ve bu somut anlamını kapitalist üretim ilişkilerinde bulmaktadır. Belli bir iktisadi ilişkiler bütününe, bunun ifadesi bir mülkiyet düzenine dayanan ve bu temel üzerinde kendine uygun düşen üstyapısal ilişkiler ve kurumlaşmalarla tamamlanan bir sınıf egemenliği sistemi bu. Kadın sorunu temelde bu ilişkiler sisteminin bütünü içinde anlamını bulur, bunların oluşturduğu bütünsel toplumsal yapıdan kaynaklanır.
Kadın sorununu bu toplumsal niteliği, özü ve içeriği ile ele alıp kavramak temel önemdedir. Zira bu, kadın sorununun basitçe kadın bireyle erkek birey arasındaki özel bir sorun olmadığını, tam tersine toplumsal ilişkiler sisteminin genelinden kaynakladığını, bu genel ilişkiler sisteminin sonuçta kadın birey ile erkek bireyi de bizzat belirlediğini gösterir. Aynı şekilde bu, kadın sorununu tüm kapsamı ve derindeki toplumsal özüyle anlamak istiyorsak, onu toplum ilişkilerin genel çerçevesinde ele almamız gerektiği anlamına gelir. Dolayısıyla bu sorunu gerçekten çözmek istiyorsak, bu çözümün mevcut toplumsal ilişkilerdeki köklü değişim ve dönüşümle sıkı bağlantısını görebilmek anlamına gelir. Kadın sorunu bu anlamda toplumsal bir sorundur. Toplumsal demek aynı zamanda sınıfsal demektir günümüz burjuva toplumuda. Günümüzün toplum ilişkilerine baktığımızda, karşımıza sınıflar, bu sınıflar arasındaki ilişkiler sistemi çıkar. Eğer biz kapitalist toplumda kadın sorunu toplumsal bir sorundur diyorsak, bu onun kapitalist sınıf ilişkilerinin bir ürünü olarak ortaya çıktığını, dolayısıyla bu meseleyi temelli olarak çözmek istiyorsak, dönüp o ilişkilerde köklü bir devrimci değişim sorununa bakmamız gerektiğini anlatır.
Her toplumsal ve siyasal sorun gibi kadın sorunu da, temelde toplumsal ilişkilerin köklü devrimci değişimine dayalı olarak çözülebilir bir sorun olsa bile, bu elbette onun mevcut toplumun sınırları içinde şu veya bu sınırlar içinde bir çözüme ulaştırılamayacağı anlamına gelmez. Sadece bu çözümün son derece kısmi ve iğreti, koşullara bağlı ve geçici olacağı, böyle olmaya da mahkum olduğu anlamına gelir. Köklü ve kalıcı çözüm için, mevcut toplumsal ilişkilerin köklü dönüşümü, yani bir toplumsal devrim, mutlak bir zorunluluktur.
Burada sorun aynen genel olarak devrim ile reform arasındaki diyalektik ilişki gibidir. Reformlar devrim mücadelesinin yan ürünleri olarak ortaya çıkarlar, fakat devrimi hızlandırmanın manivelaları olabilecekleri gibi ondan yüz çevirmenin dayananakları olarak da kullanılabilirler. Modern sosyal mücadeler tarihi bunun zengin dersleriyle doludur. 20. yüzyılın ilk yarısındaki II. Enternasyonal oportünizmi ile ikinci yarısındaki modern revizyonizm bu türden bir yüz çevermenin ifadesidirler.
Örneğin ancak zorlu mücadelelerle kazanılabilen kreşler, çocuk yuvaları, ana okulları kadın üzerindeki çocuk yükünün azaltılması anlamına gelir. Bu, kapitalizm koşullarında sınıf mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıkabilen kısmi bir çözüm, ama iğreti kalan, kalıcı olamayan, ilk büyük bunalımda sermayenin sınıf saldırılarıyla ortadan kaldırılabilen türden bir çözüm. Kapitalizm koşullarında bunun başka türlü olması da beklenemez. Bunun olanaksızlığı,nı ikinci emperyalist savaş sonrasının refah toplumlarının bugünkü tablosu bize açıkça gösteriyor. Kapitalizmin genişleme döneminde bizzat işçi hareketinin zorlu mücadeleleriyle kazanılan birçok hak gibi bu türden haklar da bunalım dönemlerinde saldırıya hedef oluyor ve işçi hareketinin güçsüzlüğü koşullarında nispeten kolayca gaspedilebiliyor. Dolayısıyla tüm öteki temel toplumsal-siyasal sorunlarda olduğu gibi kadın sorunuyla bağlantılı reformlar da, burjuva toplumunda az-çok tatmin edici ve kalıcı bir çözüm anlamına gelmiyor.
Bunun zenginlik düzeyi ya da birikimiyle değil, fakat bu birikimin içinde gerçekleştiği sınıf ilişkileriyle organik bir bağı var. Günümüz Avrupa toplumları iktisadi gelişmişliğin ve bunun ürünü zenginlik birikiminin merkezleri durumundadır. Ama tüm öteki sosyal hak ve kazanımlar gibi kadınının ezilmesini bir nebze olsun hafifleten tarihsel hak ve kazanımlar da bu ülkelerin istinasız tümünde sistematik bir saldırı altındadır bugün. Bunalım ve sınıf mücadelesinin geriliği koşullarında bunlar adım adım budanmakta, günden güne daha çok gaspedilmektedir. Büyüyen işsizliğin en dolaysız sonuçlarından biri, kadının gerisin geri eve gönderilmesi, çocuk bakımına ve ev işlerine, dolayısıyla elbette evin erkeğine mahkum edilmesi olmaktadır. Kapitalizm tüm öteki sorunlarda olduğu gibi kadın sorununu da döne döne yeniden üretir. Bu alanda sağlanmış ilerlemeleri koşulları doğduğunda budama ya da ortadan kaldırma yolunu tutar.
Bütün bunlar sorunun toplumsal niteliğini, anlamını, kapsamını ve derinliğini ortaya koymaktadır.
Kadın ezilmişliği sınıflı toplumların tarihsel bir ürünüdür
Öte yandan bu sorun tarihsel bir sorundur; bu onun tarihsel evrim içinde, belli toplumsal koşullar çerçevesinde, belli üretim ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıktığını anlatır; ve elbette, köklü toplumsal değişim ve dönüşümlerin sonucu olarak ortaya çıkacak yeni koşullar ve ilişkiler içinde de zamanla ortadan kalkacağı anlamına gelir. Tarihsel evrim içinde, onun belli aşamalarında ortaya çıkan her sorun bu evrimin yeni safhalarında, yeni toplumsal ilişkiler ortamında ortadan kalkar, kalkmak zorundadır. Sorunun ezelden beri böyle olduğuna, ebediyete kadar da böyle devam edeceğine, tanrının böyle istediğine ya da doğanın böyle gerektirdiğine ilişkin açık ya da örtülü iddialar, kadın köleliğini ve ezilmişliğini süreklileştirmeye yönelik gerici ideolojik argümanlar ya da kültürel değer yargılarıdır. Tarihsel olan, tarihin belli bir döneminde, belli toplumsal koşulların ve ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıkan ve tarihin başka bir evresinde de, bu koşulların ve ilişkilerin köklü değişimi ve dönüşümü ile ortadan kalkacak olan demektir. Kadın sorunu da bu nitelikte ve kapsamda bir sorundur; onu geçmişte sınıflı toplum ilişkileri üretti ve her yeni sınıflı toplum biçimi ona kendi karakterine ve ihtiyaçlarına uygun yeni bir biçim verdi; gelecekte sınıflı toplum ilişkilerinin her biçimiyle ortadan kaldırılması, sınıflı topluma özgü tüm izlerin silinmesi sürecinde de bu sorun kesin olarak ortadan kalkacaktır.
Sorunun toplumsal niteliğini önemle gözönünde bulundurmalıyız, çünkü bu bizi sorunun asıl kaynağına, yani sınıf ilişkileri sistemine götürecektir. Bu bize, döne döne üretilen yüzeydeki görünümlerle değil fakat bunları üreten asıl temelle uğraşma imkanı verecektir. Öte yandan sorunun tarihsel niteliğini önemle gözönünde bulundurmak, bize bunun bir kader olmadığını, zaman içinde belli toplumsal ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıktığını ve yine zaman içinde farklı toplumsal koşullar ve ilişkiler içinde ortadan kalkacağını, kalkmak zorunda olduğunu anlatır. Tarihsel evrim içinde oluşan her toplumsal olgu ya da ilişki aynı tarihsel evrimin farklı bir evresinde de ortadan kalkar, bu temel önemde bir diyalektik yasadır.
Bu son söylenenler basit bir gerçeğin dile getirilmesi gibi görünüyor, ama biz marksistler için yeterince açık olan bu gerçeği özellikle kadın sorunu sözkonusu olduğunda yine de önemle akılda tutmak gerekir. Zira burada binyılların düşünsel önyargılarından beslenen, geleneksel kültürle pekiştirilen ve din tarafından kutsanan çok temelli bir ideolojik-külterel sorun vardır. Sınıflı toplum ideolojisi, özellikle dinler, kadına toplumda verilen ikinci sınıf statünün doğal olduğunu, bunun geçmişten beri böyle olduğunu, binyıllardır topluma yerleşmiş bir norm olduğunu, tanrının da dinler ve kutsal kitaplar üzerinden bunun zaten böyle olması gerektiğini emrettiğini söylerler. Dolayısıyla bunun değişmeyeceği, değiştirilemeyeceği, buna yönelik girişimlerin tanrı iradesine ya da doğa kanunlarına karşı gelmek olduğu inancını yaratmaya çalışırlar, özellikle de ezilen ve sömürülen emekçi insanın bilincinde. Bu gerçekte, her biçimiyle sömürücü burjuva sınıf ideolojisinin tüm toplumsal sorunlar, örneğin zenginlik-fakirlik, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen yöneten-yönetilen üzerine söylediklerinin kadın sorunu üzerinden bir tekrarından başka bir şey değildir.
Kadın sorununun belli sınıf ilişkileri sisteminin belli bir tarihsel ürünü olmayıp da sanki hep böyle olduğunu, gelecekte de hep böyle olacağını, tanrının böyle emrettiğini ya da doğanın böyle gerektirdiğini, dolayısıyla yapacak bir şey olmadığını anlatmaya çalışmak, gerici burjuva ideolojisinin binbir yolla beynimize aşılamaya çalıştığı bir inançtır. Kendinden önceki sınıflı toplum ideolojilerinden ve kültürlerinden, onlardan bugüne miras inanış ve önyargılardan da en iyi biçimde yararlanarak, bunu bir değer yargısı, ebedi ve ezeli bir toplumsal norm olarak beyinlere yerleştirmeye çalışır. Bunu salt kaba bir propaganda yoluyla değil elbet, tersine binbir türlü incelikli yol ve yöntemle bir toplumsal değer yargısı olarak bilinçlere yerleştirmek için olağanüstü bir çaba harcanır. Günümüz toplumu binyılların mirasından beslendiği için, burjuvazi binyılların deneyimini devraldığı için, bu en incelikli biçimlerde yapılır.
Dinsel ideoloji ve kadın sorunu
Düşünün ki bugün Türkiye’de kadınların bir kesimi çarşafa sokulmalarını isteyebiliyorlar. Bizzat kadının beynine binyılların gerici kültürel mirası sayesinde aşılanmış bir inanç bu. Din burada egemen sınıfların elindeki en etkili ve dolayısıyla de en tehlikeli silahtır. Toplumsal sorunların ağırlaştığı ve yoksulluğun katmerleştiği koşullarda sosyal mücadele gelişmiyorsa eğer, bu toplumsal durum insanları dinsel önyargılara, dinsel ideolojiye daha çok sığınmaya götürebiliyor. Öbür dünyaya sığınmak, öbür dünya inancında kendine bir kurtuluş aramak oluyor bu. Ve insanlar dinsel inançların tuzağına düştükleri zaman, bunun en temel sonuçlarından biri de kadın sorununun daha da ağırlaşması olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün dinlerin kategorik olarak kadını ikinci sınıf yaratık olarak gördüğünü, aşağıladığını ve erkeğin kölesi, hiç değilse hizmetçisi olarak kabul ettiğini, tersinden de erkek üstünlüğünü ve egemenliğini kutsadığını biliyoruz. Burjuvazinin dini ve her biçimiyle dinsel kurumları ayakta tutması, desteklemesi ve güçlendirmesi, dini topluma, özellikle de ezilenlere karşı etkili bir ideolojik silah olarak kullanması, en berbat sonuçlarından birini de kadın sorunu üzerinden ortaya koyuyor. Çünkü dinler kategorik olarak kadınları erkeklerin kölesi olarak görürler; erkeği efendi, kadını da onun hizmetçisi olarak gösteren bir ideolojik içeriğe sahiptirler. Dinler aynı zamanda kadını kötülüklerin anası sayarlar, şeytanla eşdeğer görürler, onun insan nesli içindeki uzantısı olarak nitelerler. Bütün semavi dinlere göre kadın erkeğin kaburgasından yaratılmıştır. Dolayısıyla erkeğin bir türevidir, onun bir uzantısıdır, bu nedenle de onun kölesi, daha yumuşak bir ifadeyle hizmetçisi olmak zorundadır. Yine semavi dinlere göre kadın ilk günahı işleyendir ve dolayısıyla tüm öteki günahların da kaynağıdır. Erkeği yasakları çiğnemeye, yasak elmadan tatmaya ve dolayısıyla günaha iterek, insanın cennetten kovulmasına neden olmuştur.
Tüm semavi dinlerde egemen olan erkektir, tanrı erkektir. Kadınların tanrıça olabildiği dinsel inanış dönemleri tarih içinde sınıflı toplumu önceleyen dönemlerdir. Basitçe bu, sınıfların ve özel mülkiyetin, dolayısıyla sömürünün ve devletin henüz bulunmadığı anaerkil toplum dönemidir. Sınıflı topluma geçiş sürecine paralel olarak kadın tanrıçaların erkek tanrılar karşısında adım adım gözden düştüğünü, yenildiğini ve peş peşe sahneden silindiğini görüyoruz. Antik dönem mitolojisi üzerinden bu tarihsel değişim adım adım somut olarak izlenebilmektedir. Günümüzün tüm büyük dinleri, sınıflı toplumun ve dolayısıyla erkek egemenliğinin oluştuğu tarihi döneme aittirler ve dolayısıyla bu egemenliğin ideolojik yansısı durumundadırlar, onu olumlamakta, dahası kutsamaktadırlar.
Kadın sorunun tarihsel anlamı
Buraya kadar söylenenleri şu ara sonuca bağlıyabiliriz: Kendinden önceki tüm gericiliğin günümüzdeki mirasçısı ve sürdürücüsü olan gerici burjuva ideolojisi toplumu bin bir yolla kadının bugünkü konumunun olağan olduğuna inandırmaya çalışır. Kadının toplum içindeki mevcut statüsünün doğal bir işbölümünün ürünü olduğunu, doğanın yasalarına uygun düştüğünü anlatmaya çalışır, nitekim “tanrı kelamı” tüm semavi dinlerin de bu durumu kutsadığını vurgular.
Bunun karşısında biz komünistler kadın sorununun tarihsel bir sorun olduğunu vurgularız; tarihin belli bir evresinde belli koşulların ve ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıktığını, tarihin gelecek bir evresinde bu koşulların değişmesi ve ilişkilerin ortadan kalkmasına/kaldırılmasına bağlı olarak da ortadan kalkacağını söyleriz. Bununla da yetinmez, bu tarihsel sorunun aynı zamanda sınıfsal nitelikte olduğunu vurgularız. Kadın sorununun tarih içinde belli sınıf ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıktığını, her yeni sınıflı toplumun bunu kendinden öncekinden devraldığını, özünü koruyarak kendi yeni koşullarına uyarladığını, dolayısıyla sınıfların doğmasıyla oluşan ve tüm sınıflı toplumlarda özü bakımından süren kadın sorununun ancak sınıfların tasfiyesiyle ortadan kalkacağını savunuruz.
Bu bakış, tarihsel bir perspektif içinde, kadın sorununun sınıf mücadelesinin temel bir sorunu ve alanı olduğunu anlatır bize.