Bu hafta, Amerika’nın aniden fazlaca 'retro' bir tür işçi devrimi tarafından ele geçirildiği gibi tuhaf bir hisse kapıldığınız için kusurunuza bakılmayacaktır. Eğer bunları yakından takip etmiyorsanız, hayatınıza gizlice sızmış olabilirler. Kendinize iyi bir yürüyüş ayakkabısı alın; zira bu parti daha yeni başlıyor.
Mart ayında, Massachusetts’te bulunan St. Vincent Hastanesi’nde görev yapan 800 hemşire greve gitti. Nisan ayında, Alabama’daki kömür madenlerinde çalışan 1100 madenci greve gitti. (Bu grupların her ikisi de greve devam ediyor.) Temmuz ayında, Frito-Lay fabrikasında çalışan işçiler greve gitti; onları, Ağustos ayında Nabisco fabrikalarında çalışan sendikal kardeşleri ve bu ay Kellogg fabrikalarında çalışanlar takip etti.
Son yılların en büyük grev dalgası
Geçtiğimiz hafta, 10.000 John Deere işçisi greve çıktı ve IATSE'ye [Uluslararası Sahne Sanatları Emekçileri Sendikası] üye 60.000 film ve televizyon emekçisi en büyük grevin en uç noktasına ulaştı. Bunların arasında serpiştirilen sağlık çalışanlarının, fabrika işçilerinin, üniversite emekçilerinin ve daha fazlasının katıldığı yüzlerce başka grev veya direniş gerçekleşti. Tüm bu olanların toplamdaki etkisi, Hemingway’in bir zamanlar söylediği gibi, önce ağır ağır ve ardından birdenbire halkı saran garip bir heyecan duygusu oldu.
Amerikalılar buna aşina değil. Otuz yaşın üzerindeki herkes hâlâ neoliberal psikolojik bir akşamdan kalmalık içinde, hissedar sınıfının uzun süredir egemen olan önceliği karşısında kök salmış bir boyun eğme duygusuyla çalışıyor. Bu duygu, örgütlü emeği genellikle maaşını alarak susması ve Cumhuriyetçiler gibi onları etkin biçimde ezmeye çalışmadıkları için mutlu olmaları gereken bir güruh olarak gören onlarca yıllık Demokrat politikacıların bir ürünü.
Kırk yıl önce Ronald Reagan’ın grevdeki hava trafik kontrolörlerini işten atmasından bu yana, kamuoyunda, küresel sermayenin güçlü motoruna karşı mücadelede emeğin geri planda kaldığına ilişkin açık bir algı mevcut. Kimi yalıtılmış parlak noktalara karşın, bu algı genellikle doğru olageldi. Ulusal sahnede kendi güçlerini açık biçimde ortaya koyan işçilerin aniden ortaya çıkan hayaleti, hayatta kalarak ürkekçe nükleer serpinti sığınağından dışarı bakan ancak dışarıda sadece büyük bir dans partisinin başladığını gören insanlara benzeyen pek çok Amerikalı için biraz garip görünebilir.
Onlarca yılın birikimi açığa çıktı
Örgütlü emeği kapsayan onlarca yıl boyunca, ana akımın bilincini kıracak düzeyde yürekli bir emek isyanı dalgası görmedim. (Gerçekten de, toplumuzdaki bir avuç işçi muhabiri, insanların, uzman raporlamalarına dikkat kesildiklerine dair yabancı bir his karşısında biraz sarhoşa döndüler.) Buraya nasıl geldiğimize ilişkin bazı tartışmasız açıklamalar mevcut: Salgın, işverenlerinin, onların hayatlarına değer vermediğini milyonlarca çalışana ispatladı; var olan yüksek emek talebi, işçilere kendilerine bir değer biçme fırsatı verdi ve yarım asırdır artmakta olan eşitsizliğin ardından sendikaların popülaritesi yükseldi. Bütün bu açıklamalar, geçmişe bakıldığında anlamlı olabilir. Ne var ki, farkına varamadıkları şey, “O işi al ve bir tarafına sok” itirazının canlı ve eylemdeki versiyonunu ulusal bir ölçekte izlemenin bulaşıcı heyecanıydı.
İşçi isyanları seyirlik bir spor karşılaşması değildir. Onlar yalnızca dikkatinizi değil, aynı zamanda katılımınızı da gerektirir. Bir grup insan greve gidecek, bazıları onlarla dayanışma içinde grev hattında yürüyecek ve diğerleri para ya da yığınla çörek veya pizza gönderecek. Yine de bu, olan biten şeylerin bir parçası olmanın tek yolu değil. Dayanışmacı seyirciler iyidir ama işçi hareketinin gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, bu tarihi anın ateşiyle dolu bir milyon insanı kendi işyerlerine taşımak.
Her on Amerikalı işçiden dokuzu bir sendikaya üye değil. Bir sendikaya üye olmayan insanlar için bir grev dalgasını izlemek dayanışma duygusundan ziyade özlem duygusunu harekete geçirebilir. Bu bir hatadır. Tüm bu işçilerin ayağa kalktığını gördüğünüzde yapabileceğiniz en faydalı şey “onları desteklemeliyim” demek değil, “onlarla bir olmalıyım” demektir.
Ne yapmalı?
Bir grev hattındaki yüz bin işçi, bir grev dalgası yaratabilir. Tarih yazabilirler. Kendilerini kahraman yapabilirler. Buna karşın, bu işçiler toplam işgücünün yüzde 1’inin yüzde 1’i kadardır ve temelde kendi başlarına Amerika’yı farklı bir ülkeye dönüştüremezler. Bunun olması için bu grevcilerin her birinin tek başına 10 ya da 100 kişiye iş arkadaşlarını örgütlemeleri, kendi iş sahalarını sendikalaştırmaları ve patronlarına cehennemin dibine gitmesini söylemeleri için esin kaynağı olması gerekiyor.
Alabama’da çalışan kömür madencileri, ailelerinin geçimini sağlamak için işlerine ihtiyaç duyuyorlar. Ne olursa olsun greve gittiler. St. Vincent’ta çalışan hemşireler birçok hayatın onların işine bağlı olduğunun farkındalar. Ne olursa olsun greve gittiler. John Deere fabrikasındaki işçiler, işlerini kaybederlerse geri dönecek iyi bir işe sahip olmayabilirler. Ne olursa olsun greve gittiler. Kellogg işçileri, iş yerlerinin yurtdışına taşınabileceğinin ya da kendilerinin robotlarla değiştirilebileceğinin söylendiği alt-orta sınıfa tutunmaya çalışıyor. Ne olursa olsun greve gittiler. Şirket, iradelerini kırmaya çalışmak için grev kırıcıları işe alırken sağanak yağmur altında beklediler. Hâlâ orada bekliyorlar.
Peki sizin mazeretiniz ne? Bir telefon açıp sendikayı arayabilir ve hayatınızı, iş arkadaşlarınızın ve hepinize bağlı olan herkesin hayatını daha olumlu bir şekilde değiştirmeye başlayabilirsiniz. Korkuyor musunuz? Grevciler de öyleydi. Hâlâ da korkuyorlar. Her Amerikalının varoluşuyla bağlantı kurduğu biricik ve kaçınılmaz gerçek şu: Bunu yapmak mümkündür. Onlar işçi hareketi. Ve işçi hareketinin herkese ihtiyacı var. Hâlâ neyi bekliyorsunuz?
Çeviri: Tarkan Tufan / Gazete Duvar
Kaynak: The Guardian