Avrupa'nın gündemi | Avrupa’nın göç politikaları sorgulanıyor: Kağıtsız işçiler grevde!

Fransa'da yüzlerce kağıtsız işçi CGT sendikasının desteğiyle greve çıktı. Almanya'da yeni hükümetin savaş politikaları tartışılıyor. İngiltere'de ise şirketlerden para alan milletvekili istifa etti.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 07 Kasım 2021
  • 10:43

Fransa’nın başkenti Paris’in 12 farklı noktasında kaçak çalıştırılan 300’e yakın “kağıtsız” göçmen işçi, Fransa’nın önemli sendikalarından CGT’nin öncülüğünde koordineli ve süresiz bir grev hareketi başlattı. Restoran, inşaat, kurye, çöp toplama gibi sektörlerde, en kötü ve güvencesiz koşullarda çalışan işçiler bir oturum hakkı mücadelesi sergilemekle birlikte, Fransa’nın ve genel olarak Avrupa’nın göç politikalarını sorgulamaktalar.

Almanya’da koalisyon görüşmeleri devam ediyor. Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller-Hür Demokrat Partinin müstakbel koalisyonunun silahlanma ve savaş konusunda öncekilerden farklı bir yol izlemeyeceği belirgin. Hatta savaş İHA’ları satın alınması, pratikte devreye sokulması ve nükleer katılım konusunda öncekilerden de ileride bir çizgide olacağı ortada.

İngiltere’de kendisine 100 bin sterlin ücret ödeyen iki şirket için bakanlıklar ve görevlilerle sürekli irtibata geçen Muhafazakar Milletvekili Owen Paterson, tarafsızlık kurallarını ihlal ettiği için 30 gün uzaklaştırma cezası almıştı. Yalanlarının ve yolsuzluklarının sorgulanmasına dayanamayan Boris Johnson Hükümeti, çoğunluğuna güvenerek parlamentoda tarafsızlık düzenlemesini değiştirme oylamasıyla Paterson’u ve kendi yöntemlerini kurtarma çabasına girdi. İstediği kararı aldıktan 24 saat sonra da tepkiler karşısında bunu iptal etti.  

Kağıtsız işçilerin mücadelesi herkesin mücadelesidir

Maurice ULRICH
L’Humanité

Opera Meydanı’nda, Léon de Bruxelles (büyük bir Fransız restoran zinciri), Bastille’de bir Japon restoranı, Paris’in 16. bölgesinde şık bir birahane... kağıtsız göçmenlerin istihdamı ve buna bağlı olarak gizli çalıştırmaya başvurma, sadece marjinal yapılardaki küçük haydut patronları ilgilendirmiyor. İstihdam, ücretler ve çalışma saatlerinin esnekliğinin en çok arandığı tüm iş alanları ile ilk başta tarım, inşaat, otel ve restoran sektörlerini ilgilendiriyor. CGT Sendikasının öncülüğünde Paris’in 12 farklı noktasında, bazen gelecek günleri hesaplayarak uyku tulumlarını kendisiyle getiren onca erkek ve kadının giriştiği mücadele, bir oturum hakkı mücadelesidir.

Burada büyük markalar ve ön plana çıkan şirketler söz konusu. Ama mesele bununla da bitmiyor. Sorgulanan; gerek CGT gerekse Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, hatta OECD ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin iyi anladığı ve durmadan altını çizdiği gibi, göç politikalarıdır. Fransa’da olduğu gibi Avrupa’da da göç politikalarının sertleşmesi, çalışma yoluyla gerçek bir entegrasyon perspektifi ile açık ve sorumlu bir şekilde kapıların açılmasının reddedilmesi, eşit hakların ve tanınan bir mukim statüsünün olmaması, oturum hakkı arayan göçmenler başta olmak üzere tüm iş dünyasını zayıflatıyor. Bu koşullar onları aşırı sömürüye karşı tamamen savunmasız hale getiriyor, aynı zamanda hastalıklara ve kötü barınmaya teslim ediyor. Şirketlerin, tüm toplumun zararına olacak şekilde sosyal katkılarından çekilmelerine izin veriyor.

Hem sağın hem de aşırı sağın, ya da hükümetin ve Emmanuel Macron’un söylediğinin veya önerdiğinin aksine, kaçak işçilik, fazla göçmen kabul etmekten kaynaklanmıyor, tersine, onların çalışma koşullarını ve ücretlerini etkilemeye kararlı olan sömürücülere teslim eden göçmenlerin ikamet ve iş haklarını tanımayı reddetmekten kaynaklanıyor. Oturum hakkı arayan işçilerin mücadeleleri herkesin mücadelesidir.

(Çeviren: Diyar Çomak)

Yeni silahlanma koalisyon

German Foreign Policy

Sosyal Demokrat Parti (SPD)-Yeşiller (Bündnis 90/Die Grünen) ve Hür Demokrat Parti (FDP) müstakbel hükümet koalisyonu tarafından savaş dronlarının satın alınması ve muhtemelen nükleer katılımın teyidi yaklaşıyor. Bir SPD proje grubunun yeni bir pozisyon belgesinden ortaya çıktığı gibi, parti, Alman askerlerinin korunması bahanesiyle insansız savaş uçağı tedarik etmeyi reddetmekten vazgeçiyor ve projeye açılıyor.

Bunun arka planında, Bundeswehr’in ve Berlin’deki siyaset kurumunun büyüyen bir bölümünün Alman Silahlı Kuvvetleri tarafından silahlı insansız hava araçlarının kullanımına karşı direnişten vazgeçilmesi için sürekli baskı yapılması yatmakta. Federal Meclis seçimlerinden önce bile Bündnis 90/Die Grünen (Yeşiller), insansız hava araçları konusunda herhangi bir temel itirazda bulunmamaya karar vermişti; “Bu tür sistemlerin belirli durumlarda askerleri daha iyi koruyabileceği” iddiası meşruiyet işlevi gördü. SPD, FDP tarafından da alenen öne sürülen bu argüman şimdi kullanılıyor. “Yurt dışına sık sık tehlikeli görevlere gönderilen askerleri korumak zorundayız” diyor pozisyon belgesi; şimdiye kadar yalnız “silahlı insansız hava araçları” “koruma” görevi gördü. “Bu nedenle” diye devam ediyor, “Bunlar askerlerin kullanımına açık olmalıdır”. Sonuçta “Bundeswehr’in insansız hava araçlarını silahlandırmanın kabul edilebileceği tavsiyesine” varıyor.

SPD belgesi, herhangi bir insan müdahalesi olmadan silah kullanımına karar veren “Tam otomatik dronların reddedilmesi” ile belirli kısıtlamalar getiriyor. Aynı zamanda “Yargısız infazların, yani cinayetlerin açık bir şekilde yasaklanması” çağrısında da bulunuyor. Bu tür cinayetler, ABD gibi bazı Batılı devletlerin silahlı kuvvetlerinde yaygın. ABD operasyonları örneği kullanılarak, insansız hava araçlarıyla yapılan saldırıların, başlangıçta hedeflenen insanlardan çok daha fazla çevredeki sivil halkın hayatına mal olduğu belirtiliyor. Ancak SPD bundan bahsetmiyor; sadece “Silahlı insansız hava araçlarının kullanımının” “Sivil nüfus için belirsizlik, acı ve travmanın yanı sıra düşmanlığın ortaya çıkabileceği kalıcı bir tehdit haline gelmemesi” konusunda uyarıda bulunuyor. Halbuki Afganistan’da ve Pakistan’ın bazı bölgelerinde gözlemlendiği gibi, sivil nüfusun “Düşmanlaştırılması”, askeri müdahalenin başarısını sorgulamakta. Bündnis 90/Die Grünen ve SPD’nin Bundeswehr için savaş uçağı tedarikine açılmasından sonra, mevcut koalisyon müzakerelerinde silah sistemlerine hayır kararı çıkması pek olası görülmüyor.

Bündnis 90/Die Grünen henüz doğrudan nükleer katılım taahhüdünde bulunmadı. Halkın algısında, parti hâlâ nükleer silahların düşmanı olarak görülüyor. Ancak gerçekte, 1998’den 2005’e kadar olan kırmızı-yeşil koalisyon döneminde olduğu gibi, uzun süredir nükleer katılıma açıldı. Partinin temel programı, “gelecekte” nükleer silahlardan arındırılmış bir Avrupa “amacına doğru” çalışması gerektiğini belirtiyor. Yeşillerin Başbakan Adayı Annalena Baerbock sonbaharda “ABD nükleer silahlarının Almanya’dan çekilmesi” hakkında “Müttefiklerimizle konuşmak” istediğimizi söyledi; elbette “ABD nükleer silahlarını ABD’ye geri göndereceğiz diyemeyiz” diye devam etti. Ocak ayında, Yeşiller’e yakın Heinrich Böll Vakfının Başkanı Ellen Ueberschär, Almanya Federal Cumhuriyeti’nin ABD’nin “Nükleer katılım yoluyla” “Nükleer koruma taahhüdünü” NATO dışındaki nükleer silah devletleri hedef alınmak koşuluyla desteklenmesi lehinde konuştu. Böll Vakfı tarafından desteklenen ve Ueberschär tarafından imzalanan bir bildiride, yılın başında Almanya’nın “Nükleer katılımı sürdürmesi ve gerekli modernizasyon adımlarını uygulaması” gerektiği belirtildi.

Soyut, üstü örtülü “nükleer katılım” teriminin somut olarak ne anlama gelebileceği, geçen hafta bazen özel ayrıntılara sahip olan bir gazetecinin haberinde ima edildi. Geçen cuma günü Brüksel’de bir araya gelen NATO nükleer planlama grubundaki “stratejik düşüncelerden” söz edildi. Habere göre, “Atom bombalarıyla donanmış Bundeswehr Tornadolarının” belirli bir çatışma eşiğinde “NATO”nun doğu kanadına “yerleştirilmesi” düşünülebilir.

(Çeviren: Semra Çelik)

Paterson davası: Yeter artık

The Guardian
Başyazı

Boris Johnson, kendisini Winston Churchill gibi bir lider olarak göstermeye çalışıyor ama aslında liderlikten çok uzak. Partili Milletvekili Owen Paterson’ı görevden alınmaktan kurtarmaya çalışırken Muhafazakar milletvekillerine parlamento standartları rejimini deviren bir skandal karar aldırma cüretini göstermesinin üzerinden daha 24 saat geçmeden bu yozlaşmış kararlardan aniden vazgeçti. Sonuç: Johnson, bir fiyasko yaratmak yerine şimdi kendini iki fiyaskoyla karşı karşıya buldu.

Bu kargaşanın sorumluluğu geniş çapta paylaşılıyor. Perşembe günü dramatik bir şekilde milletvekilliğinden istifa eden Paterson, sorunun bir parçası. İki yıl boyunca hiçbir pişmanlık duymadı veya olası yanlışları kabul etmedi. Çarşamba günü milletvekillerine dayatılan oylamadan sonra bir kez daha masum kurban olarak medyada dolaştı. Kibri diğer milletvekillerini utanca sürükledikten sonra da tamamen uzaklaştı. Gerçek şu ki Paterson, itilmeden önce atladı, çünkü perşembe günkü U dönüşü, gelecek hafta onu neredeyse kesin bir askıya alma ile karşı karşıya bıraktı. Gururla değil de biraz sağduyuyla davranmış olsaydı, bunların pek azı gerçekleşebilirdi.

Bununla birlikte, kabine dışındaki Muhafazakar milletvekilleri utançlarının yükünü sadece inatçı bir meslektaşına atamazlar. Sözde değişikliğini imzalayarak, hepsi bunun sorumluluğunu aldı. Paterson’a verilen kötü niyetli desteği, yeni bir standartlar sistemi getirmek için açıkça partizan bir girişimle birleştiren bu değişiklik, tam bir delilikti. Muhteşem bir ölçekte bir yargı hatasını temsil ediyordu. Kolektif aptallığın, inatçılığın ve kibrin sonucuydu. Özellikle, rolü merkezi olan Avam Kamarası Lideri Jacob Rees-Mogg’u kötü bir şekilde yansıtıyor. Tüm bunların ardından “Durumunu düşünmesi” gereken kendisidir.

Sonuçta bu Johnson’ın karmaşası. Başbakan, son zamanlarda standartlar komiseri ile diğer tüm milletvekillerinden daha fazla anlaşmazlık yaşadı. Dokuz geç kazanç kaydı, bir mülkün hissesinin geç kaydı ve temmuz ayında Mustique’te tatilinin nasıl ödendiğini yetersiz açıklaması nedeniyle soruşturmaya tabii kaldı. Bay Johnson komisere çok az sevgisi var ve Muhafazakar partisinin kendi yarattığı enkazın ortasında ona daha önce saldıran birkaç basın haberi vardı; İstihdam bakanı pozisyonunu düşünmesi gerektiğini söylemişti. Bu hafta standartlar sistemini altüst etme girişiminin kökenleri, Paterson davasından daha derine iniyor.

Sonuçların da bunun ötesine geçmesi muhtemeldir. Kısa vadede parlamento, pazartesi günü Rees-Mogg’un belirsiz rolünün yanı sıra meseleleri yeniden tartışacak. Paterson davasındaki karar, istifasına rağmen tamamlanmalıdır. Zamanla, standartlar sisteminde faydalı değişiklikler hakkında da tüm partiler arasında görüşmeler olabilir, ancak bu hafta onlara yapılan muameleden sonra muhalefet partileri buna yakında yanaşacak gibi görünmüyor. Bununla birlikte, en önemli sonuçların daha geniş politikamızda olması gerekir. Paterson davasında, diğer pek çok konuda olduğu gibi, Johnson hükümeti, kontroller, dengeler, hesap verebilirlik veya sonuçlar olmaksızın istediğini yapma hakkına sahipmiş gibi davranıyor. Siyasi sistemi geri almak ve bu yozlaştırıcı suistimalleri sona erdirmek geri kalanımızın işidir.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

Evrensel / 07.11.21