“Komşularla sıfır sorun”, “bölgesel aktör” gibi şaşalı formülasyonlar sürümden kalkalı bir hayli zaman geçti. Dinci-gerici akımın dış politikası her yanından dökülmeye devam ediyor. Önce Libya’daki emperyalist yıkıma ortak oldular. Ardından Suriye’de batağa saplandılar. Buna paralel olarak İran’la arada buzlar oluştu. Aynı dönemde Irak merkezi yönetimi ile köprüler atılmaya başlandı. Suriye’deki iç karışıklıklarla paralel giden görkemli iflasın en dip safhasını, 2012 yazında Batı Kürdistan’da Kürt halkının sergilediği inisiyatif işaretlemişti. İsrail’in 30 Ocak’ta Şam-Cemraya’da bir tesisi bombalaması, dinci-gerici akımın yuvarlandığı çukurun daha alt katmanları da olduğunu gösterdi.
İsrail’in saldırısı, emperyalizmin onayıyla yapıldı
Siyonist devletin uluslararası tüm hukuk kurallarını çiğneyerek gerçekleştirdiği bu saldırının önden ABD onayını aldığını, New York Times aracılığıyla ABD’li yetkililer dile getirdiler. Saldırının ardından batılı emperyalist ittifakın diğer bileşenleri de saldırıyı destekleyen açıklamalar yaptılar. Rusya ise bağımsız bir ülkeye yönelik bu saldırının, açıkça BM Anlaşması’nın ihlali anlamına geldiğini, arkasındaki gerekçe ne olursa olsun, bunun kabul edilemez vahim bir durum olduğunu ve acil yaptırım gerektirdiğini açıkladı. Bölgede emperyalist saldırganlığın hedef ülkelerinden İran, doğal olarak en sert tepkiyi gösterdi. Suriye’de gerici vahşet çetelerini finanse eden Suudi Arabistan ise “din kardeşliğinin” bir gereği olarak saldırıyı kınama yolunu tercih etti, ikiyüzlülüğün son sınırlarını zorlamak pahasına da olsa.
En pespaye tutum bir kez daha Türk dış politikasının başındaki zata nasip oldu. Din taciri akımın Dışişleri Bakanı, “niye İsrail uçakları Esad’ın sarayının üzerinden uçup ülkesinin onuruyla oynarken bir çakıl taşı bile atmıyor? İsrail’le Esad’ın arasında gizli bir anlaşma mı var?” diye saçmalamaktan geri durmadı. Siyonist haydutlara dair tek tepkisi, İsrail’in herhangi bir Müslüman ülkeye yapacağı saldırılara kayıtsız kalamayacaklarını eklemekten ibaretti. Tıpkı Eylül 2007’de, yani Esad hala Erdoğan’ın gözde kardeşiyken, İsrail jetleri, Suriye’nin kuzeyinde nükleer reaktör olduğunu öne sürdükleri El Kibar tesislerini bombaladıklarında olduğu gibi... Hem nalına hem mıhına anlamına gelen bu son tutum ise dinci akımın, hamisi ABD tarafından azarlanmasının gerekçesine dönüştürüldü. Sanki tüm kötülüklerin bir numaralı faili ABD değilmişçesine, “Türkiye ortalığı kızıştırmaya çalışıyor” gibi pişkince bir çıkışın malzemesi yapıldı. Taşeronluğun temel işlevlerinden biri de bu değil mi zaten? Hem efendilerinizin tüm kirli işlerini, tetikçiliğini yükleneceksiniz, hem de bazen pohpohlanacak, bazen azarlanacaksınız. Yeri geldikçe günah keçisi, yeri geldikçe şamar oğlanı olacak, kâh iteklenecek kâh en kirli misyonları kâh faturanın en ağırını üstleneceksiniz.
***
Türk sermaye devletinin süreçteki rolü de bunun ötesinde bir anlam taşımıyor. AKP iktidarı Suriye krizinin başından beri büyük bir hevesle batılı emperyalistlerin tetikçiliğine soyundu. “Bölgesel aktör” olma ya da “yeni-Osmanlıcı” hayallerinin emperyalizmin bölgesel ihtiyaçları ile örtüştüğü hesabıyla “sıfır sorun” vb. söylemleri bir çırpıda bir yana bıraktı. Düne kadar kardeş bellediği Esad rejimini devirmek üzere “Suriye Ulusal Konseyi”nin örgütlenmesinde başrolde görünmeye başladı. Düne kadar emperyalistlerin dünya halklarına karşı savaş bahanesi sayılan, Libya ve Suriye’de ise emperyalizmin hizmetinde vahşetten vahşete koşan dinci çetelerin eğitimini, finansmanını, sevk ve komutasını üstlendi. Tüm medya gücünü kirli bir propaganda aygıtı olarak çalıştırdı. Bugün artık bütün bu alanlardaki temel misyonun Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte Türkiye tarafından yerine getirildiği tartışmasız bir olgudur. Üstelik bu, emperyalist efendileri tarafından zevkle dile getirilmekte, bu üçlü tarafından da inkar edilmemektedir.
Hevesle üstlenilen bu uğursuz misyon, Esad rejiminin kısa sürede çökeceği, içten olmasa bile Libya’dakine benzer bir emperyalist saldırıyla çökertileceği beklentisine dayanıyordu. Fakat hiç de umulduğu gibi olmadı. Tetikçi vahşet sürüleri diktatörlük rejimini içten alt edemedikleri gibi, giderek artan şekilde halkın tepkisini toplamaya başladılar. Emperyalistler arası nüfuz dengeleri ise kısa vadede emperyalist saldırı beklentisini boşa çıkardı.
Suriye’de iflas eden zorbaların yeni hesapları
Son dönemdeki gelişmeler Suriye hesaplarının hiç de öyle kolay tutmayacağını ayrıca gösteriyor. Düne kadar Esad rejimiyle hiçbir şekilde müzakere etmeyeceklerini söyleyen “Suriye muhalefeti” (SMDK) ile silahlı güruhlar emperyalistlerin ve tabii ki AKP iktidarının umutlarını kıracak bir görüntü sergiliyorlar. Örneğin silahlı tetikçiler söz konusu olduğunda eskisi gibi “Özgür Suriye Ordusu” adı değil, emperyalistlerin kontrolünden çıkmaya yatkın grupların adı öne çıkıyor. Hatta bu grupların birbirleriyle çatıştıkları haberleri daha sık basına yansıyor. Son dönemde Esad rejimine ya da Kürt bölgesine saldırıları ise her defasında yenilgiyle sonuçlanıyor. Keza en uç muhalif olmakla ünlü işbirlikçi koalisyonun başkanı belli koşullarla rejimle müzakere edebileceklerinden bahsedebiliyor, hemen ardından SUK tarafından tepkiyle karşılansa da. “Muhalefet” tayfasından isimler İran ve Rusya ile görüşmeler yapıyor vb. Tersinden Esad ve diktatörlük rejimi ise son aylarda giderek daha özgüvenli bir görüntü sunuyor. Bunun hiç de temelsiz olmadığı, İran ve Rusya’nın daha net ifadelerle Esad’ı kollaması üzerinden ayrıca görülebilir. Lübnan El Sefir gazetesinden Sami Klib bu gelişmeleri “Suriye’de rüzgar yön değiştiriyor” sözleriyle özetlemektedir.
İsrail’in Suriye saldırısının tam da böyle bir dönemde gündeme gelmesi, elbette ki bir tesadüf değil. “Tehlikeli silahların Hizbullah’ın eline geçmesini önleme” gerekçesi zaten baştan yalana döndü. Zira vurulan hedefin bir konvoy değil, çetelerin uzun süredir ele geçirmeye çalıştıkları sabit bir tesis olduğu netleşti. Ek olarak öncesi günlerde Türkiye’den de çetelerin tanklarla Serakaniye’nin üzerine sürülmeleri dikkate alındığında, Suriye savaşında yeni bir dönemece girildiği görülecektir. Suriye’de SUK-ÖSO eliyle içerden uzun süreli yıpratma savaşı iradesinin, bir bakıma da takatinin kırılma belirtileri batılı emperyalist ittifakı bu türden daha dolaysız manevralara zorlamaktadır. Karşılıklı atılan adımlar Türkiye ve İsrail’in adeta eşzamanlı-eşgüdümlü hareket ettiğini gösteriyor. Örneğin Türkiye’nin Suriye sınırına 1200 NATO askeriyle birlikte konumlandırılan Patriotlar’ın aktif hale getirilmesine paralel olarak, İsrail de sınırlarındaki yığınağı arttırıyor. Dahası tüm bu adımların, Türkiye sınırı hattı boyunca kuzeyden, İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri hattında da güney-batıdan Suriye topraklarında tampon bölgelerin oluşturulması hesaplarının denemeleri olduğu söylenmektedir.
Bölgesel boğazlaşmaya hazırlık
Emperyalist zorbaların ve bölgesel uşaklarının kısa dönemli Suriye hedefleri boşa çıkmış olsa da savaş ve saldırganlık siyaseti yoğunlaşarak sürüyor. Zira dünya kapitalizminin günümüzdeki son büyük bunalımı, bunun yoğunlaştırdığı hegemonya krizi, enerji ve pazar alanlarının yeniden paylaşımı ihtiyacı egemenler payına başka bir seçenek bırakmıyor. Emperyalist silahlanma yarışının had safhaya ulaştığı bir dönemde örneğin NATO Genel Sekreteri’nin Münih Güvenlik Zirvesi’nde hala da silahlanmaya daha fazla kaynak ayrılması ihtiyacına vurgu yapması bunun yeni bir itirafıdır. Suriye bahanesiyle Türkiye’ye silah ve asker yığınağı yapılması, bölgenin diğer ülkelerindeki benzer yoğunlaşma, sürecin her an bölgesel bir savaşa gebe olduğunu gösteriyor.
Durum buyken, örneğin Suudi Arabistan ve Türk sermaye devletinden Siyonist İsrail’in keyfiliğine ve “aşırılıklarına” yönelik hamaset edebiyatı, artık insaf dedirtecek düzeyde bir arsızlıktan-ikiyüzlülükten başka bir anlama gelmiyor. Emperyalist zorbaların dizi dibinde Siyonist devletin korunup kollanması için ellerinden geleni esirgemeyen AKP iktidarı ve onun bölgedeki “dindaş” geçinen kardeşleri (Suudi Arabistan, Mısır, Katar) bölge halklarının başlıca düşmanlarıdırlar. 22 aydır Suriye’nin yakılıp yıkılmasının, 60 bin insanın katledilmesinin, yüzbinlerce insanın yerinden yurdundan olmasının, emperyalistlerle birlikte dolaysız sorumlusudurlar.
Gerçek bu denli açıkken işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde hala halklara düşman AKP gibi taşeronların yalanlarına kananlar, unutmamalıdırlar ki bölgesel boğazlaşmaların kanlı faturasını tüm bölge halklarıyla birlikte Türkiye işçi sınıfı ve yoksul emekçileri ödemektedirler. Bugün emperyalizmin ve Siyonizm’in çıkarları uğruna ağır çalışma koşulları ve yoğun sömürü, düşük ücretler, ağır vergiler, sosyal hakların budanması, siyasal hak ve özgürlüklerin gaspı ve devlet terörü olarak biçilen bedelin, yarın savaşlar ve boğazlaşmalar arenasında piyonluk dayatmasına dönüşmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
(Kızıl Bayrak, 8 Şubat 2013, Sayı 06)