Temel hak ve özgürlükler için örgütlü mücadeleye!
Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler alanında son derece bozuk bir sicile sahip olduğu biliniyor. Bu gerçek, geçtiğimiz günlerde Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) ve İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) tarafından yayınlanan raporlarda bir kez daha ortaya çıktı.
Raporların ışık tuttuğu gerçekler, Türkiye’de özellikle Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Türk Ceza Kanunu’yla (TCK) ifade ve düşünce özgürlüğünün engellendiğini açıkça ortaya koyuyor. Bundandır ki, Türkiye dünya basın özgürlüğü sıralamasında, geçen yıla oranla 6 basamak daha geriye düşerek, 179 ülke arasında 154. sırada yer almakta ve “gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi” olma özelliğine hak kazanmaktadır.
Raporda, en az 42’si mesleki faaliyet bağlantılı 72 gazeteci ve dört medya çalışanın hapiste olduğuna ve “terörle mücadele” adı altında basına yönelik ciddi baskı ve kovuşturmaların olduğuna dikkat çekiliyor.
Ne de olsa Türkiye, gazetecilerin Tayyip Erdoğan tarafından “adı köşe yazarı olanlar” biçiminde itham edildiği ve AKP’yi eleştirdikleri için “hadlerini bilmiyorlar” diyerek hedef alındığı bir ülkedir. İşte bundandır ki, Türkiye bu alanda dünya birinciliğini kimseye kaptırmıyor.
İşte Türkiye’nin insan hakları karnesi
İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün raporunda ise, “terörle mücadele yasaları haklar alanındaki ilerlemeyi zayıflatıyor. Kürt hakları savunucuları, öğrenciler, gazeteciler sert yasalar yüzünden uzun zamandır hapiste” tespiti yapılıyor. Raporda yer alan tespitler, Türkiye’nin insan hakları konusunda “sınıfta kaldığı”nı belgeliyor.
Raporda değinilen somut örneklemelerle Türkiye’nin hak ve özgürlükler alanındaki tablosu özetle şöyledir: AKP hükümeti “işkenceye sıfır tolerans” demesine rağmen, pratik uygulamada buna uymamaktadır. İşkenceci Sedat Selim Ay’ın terfi ettirilmesi buna örnektir. Ve biliyoruz ki, her ne kadar adına “orantısız güç kullanımı” denilerek hafifletilmeye çalışışa da, işkencelerin sokaklara kadar taştığı bir Türkiye gerçeği orta yerde durmaktadır.
Bir başka Türkiye gerçeği ise, polis şiddetine ilişkin açılan soruşturmaların, “polis memuruna mukavemet” iddiası ile mağdurlar hakkında dava açılmasıyla sonuçlanmasıdır. Ahmet Koca’nın gözaltında uğradığı şiddetin kanıtlanmasına rağmen “polise mukavemet”ten 5 yıl ceza alması örneğinde olduğu gibi. Özellikle, Polis Vazife Salahiyetleri Kanunu’nun (PVSK) çıkarılmasının ardından bu tür örnekler çoğalmaya başlamış, başta devrimciler olmak üzere birçok insan polis kurşunuyla öldürülmekte, polisler ise “dur ihtarına uymadı”, “düştüm silah birden ateş aldı” vb. gerekçelerle işledikleri cinayetlerden sıyrılmaktadır. Ne de olsa Erdoğan’ın “polis rejimin teminatıdır” dediği bir ülkedir Türkiye.
Katliamlar devam ediyor!
Raporda Roboski katliamının aydınlatılmaması ve Hrant Dink davasının seyri hatırlatılarak tüm gerçeklerin ortaya çıkarılmasında ya da kamu görevlilerinin cinayette rolü olduğu izlenimi yaratan ipuçlarının soruşturulmasında da herhangi bir ilerleme sağlanmadığı vurgulanıyor. Buna zamanaşımına uğradığı için dosyaları kapatılan diğer katliamları da eklersek aslında yeni katliamların teşvik edildiği ortaya çıkmaktadır.
Raporda kadına yönelik şiddeti önlemede de gerekli adımların atılmadığına dikkat çekilerek, kağıt üzerinde kimi düzenlemeler yapılıyor gibi görünse de mahkemelerin ve kolluk güçlerinin kadını korumak için gerekli şartları yerine getirmediği belirtiliyor.
Kürt siyasetçilerden gazetecilere, öğrencilere, insan hakları savunucuları ve sendikacılara yönelik tutuklama kampanyasının şiddetlendiği belirtilerek, milletvekilleri ve akademisyenlerin de bu hukuk teröründen nasip aldığı belirtiliyor. Raporda Muhteşem Yüzyıl dizisi için, “siyasetçilerin bir TV dizisine bile ‘tahammül’ edemeyecek kadar hoşgörüsüz” olduğu söyleniyor.
Erdoğan’ın toplumu baskı altına alma yollarından biri de sıklıkla başvurduğu hukuk terörüdür. Zira avukatının beyanında da ifade ettiği gibi, “şunu da özellikle vurgulamakta fayda var! Basına yönelik açtığımız tazminat davaları, önemli ölçüde caydırıcı rol oynadı. Özellikle köşe yazarlarının üsluplarında 2003-2004 yıllarına göre hissedilir bir değişim oldu. Artık yazarlar ve yorumcular eleştiri sınırını dozunda tutuyor...”(Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Ali Özkaya, Akşam gazetesi röportajı, 23 Ekim) Aynı avukat sosyal medyayı kullanan sıradan vatandaşlar hakkında Erdoğan tarafından açılan 700 civarında dava olduğundan bahsediyor. İfade özgürlüğünün nasıl bir kıskaç altında olduğu ortadadır.
Tırmanan baskı ve terör
Raporlar, Türkiye’nin faşist baskı ve yasaklamalar ülkesi olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bu gerçek, hemen her gün yaşanan yeni örneklerle sürekli hatırda tutuluyor. Her ne kadar Bülent Arınç: “Türkiye dışından rapor yazanların zannettiği gibi, düşündüğü gibi özgürlük yerlerde sürünmüyor” dese de geçtiğimiz günlerde yaşanan örnekler bile yeterli açıklıktadır. Özellikle avukatlara yönelik devlet terörü ile yaşanan tutuklanmalar özgürlüklerin yerlerde süründüğünün kanıtıdır. Tutuklu avukat sayısı daha önce KCK davasından tutuklu avukatlarla bilirlikte 40’ı aşmıştır.
Demokratik kitle örgütlerinin, muhalif basın-yayın organlarının basılması, işçi, emekçi ve öğrencilerin hak arama eylemlerine pervasızca saldırılması artık “rutin” uygulama olarak görülmektedir. Polis ve yargı terörü elele, muhalif her sesi, gazla, copla, kurşunla, anti-demokratik yasalarla susturmaya devam etmektedir.
Sermaye devleti, mevcut düzenin devamı için işçi ve emekçi halklara karşı her türlü sindirme, korkutma ve yıldırma yöntemini kullanmaktadır. Buna kılıf olarak da “terör” kavramını kullanıyorlar. Türkiye’de egemenler, çıkarları bakımından sakıncalı gördükleri her türlü muhalefeti “terör” olarak kodlamakta, böylelikle kitlelerin bilinçlerini yanıltabilmektedirler. Ancak her gün yaşanan örneklerden ve uluslararası raporlara yansıyan verilerden de ortaya çıktığı gibi terör uygulayan bizzat sermaye devletidir. Özellikle kriz içinde debelenen sistemin en ufak muhalefeti kaldıracak gücü dahi yoktur ki giderek azgınlaşan ve pervasızlaşan bir şekilde baskılara, hukuksuzluklara rastlamaktayız.
Tüm bunları engellemenin yolu ise örgütlü mücadeleyi daha da yükseltmektir. Baskı ve sindirme politikalarını boşa düşürmenin başka bir yolu yoktur. İşçi ve emekçi kitleleri devrim mücadelesine kazanma amacında olan sınıf devrimcileri olarak devlet terörünü her yolla teşhir etmeli, “TMY, PVSK gibi tüm faşit yasalar geri çekilsin!”, “Açık-gizli tüm faşist-militarist örgütlenmeler dağıtılsın!”, “İşkenceye son, tüm siyasi tutsaklara özgürlük!”, “Sınırsız söz, basın, örgütlenme gösteri ve toplanma özgürlüğü!” gibi acil demokratik istemleri ileri sürerek örgütlülüğü ve mücadeleyi büyütmeliyiz.
(Kızıl Bayrak, 8 Şubat 2013, Sayı 06)