"Sömürü, yalnızca insan emeğinin gaspı değil, aynı zamanda onun ruhuna, hayatına ve geleceğine vurulan bir prangadır. Özgürlük mücadelesi, bu pranganın parçalanmasıdır."
Jean-Paul Sartre
Panama Kanalı, bölge ülkelerinin doğal zenginlik kaynaklarının talan edilerek Batı’nın zenginliğine taşınmasında kritik bir geçiş noktasıdır. "Serbest ticaretin" küreselleşmesi sürecinde vazgeçilmez bir öneme sahip olan kanal, yapımına başlandığı günden itibaren yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeostratejik bir araç olarak önemini korumakta ve kullanılmaktadır. Küresel ticaretin bu “hayati damarı”, ABD’nin hegemonya mücadelesinde stratejik bir koz olmaya devam etmektedir.
Panama Kanalı, 20. yüzyılın başından bu yana kapitalist emperyalizmin ekonomik ve stratejik çıkarlarının somut bir sembolü olarak varlığını sürdürmektedir. Bu yapay su yolu, iki okyanusu birleştirerek gemi yolculuğunu en az üç hafta kısaltması sayesinde küresel ticaret ağları için bir “mühendislik harikası” olmasının ötesinde, ABD hegemonyasının Batı yarımküredeki askeri ve ekonomik üstünlüğünü pekiştiren bir araç olarak da işlev görmektedir. Ancak, son yıllarda hem çevresel sorunlar hem de jeopolitik rekabetin yoğunlaşması, Panama Kanalı'nı bir kez daha dünya siyasetinin merkezine yerleştirdi.
Kanalın tarihsel bağlamı ve ABD'nin müdahalesi
Panama Kanalı'nın inşası, 1881 yılında Fransa tarafından başlatılmış ancak teknik zorluklar ve mali problemler nedeniyle tamamlanamamıştı. 1904 yılında Fransa, kanal üzerindeki haklarını 40 milyon dolar karşılığında ABD'ye devretmişti. 1914'te ABD tarafından tamamlanarak açılan kanal, Orta ve Güney Amerika üzerindeki ekonomik ve askeri nüfuzunun daha da artmasının yolunu açmıştı.
82 kilometre uzunluğundaki kanalın açılması, Atlantik’le Pasifik okyanuslarını birbirine bağlayarak ticaret yollarını “köklü bir dönüşüme” uğratmış, gemi seyahat sürelerini kısaltarak maliyetleri önemli ölçüde azaltmıştı. Ancak, 1977 yılında imzalanan bir anlaşma ile kanalın 1999 yılında Panama'ya devredilmesi, bu hâkimiyetin “doğrudan kontrolünü” sona erdirmişti. Buna rağmen, kanal üzerindeki dolaylı etki ve stratejik çıkarlar devam edegeldi.
ABD'nin kanal üzerindeki hegemonyası, yalnızca askeri güç projeksiyonu değil, küresel ticaret yollarını kontrol etme arzusu ile de şekillenmiştir. Bu hem Atlantik hem Pasifik okyanuslarını birbirine bağlayan kanalın stratejik önemini vurgulamaktadır. Panama Kanalı sayesinde ABD Donanması ve ticari filoları hızlı bir şekilde konuşlanabilmekte, küresel sermayenin lojistik ağları daha etkin bir şekilde işleyebilmektedir.
ABD'nin Panama üzerindeki etkisi, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda askeri müdahalelerle de kendini göstermiştir. 1989 yılında, Reagan döneminde başlatılan politikaların devamı olarak George H. W. Bush yönetimi, "Just Cause Operasyonu" adı altında Panama'ya askeri müdahalede bulunmuştu. Bu müdahalenin gerekçesi, Panama lideri Manuel Noriega'nın “uyuşturucu kaçakçılığı ve insan hakları ihlalleri” olarak sunuldu. Oysa esas neden, ABD'nin bölgedeki stratejik kontrolünü koruma ve sürdürme isteğiydi. Müdahale, yüzlerce sivilin katledilmesine ve Panama'nın altyapısının ciddi şekilde tahrip edilmesine yol açmıştı.
Kanalda su kıtlığı ve geçiş ücreti tartışmaları
2023 yılında yaşanan kuraklık, Panama Kanalı'nın operasyonel kapasitesini ciddi şekilde etkilemişti. Günlük gemi geçiş sayısının 40'tan 31'e düşmesi ve gemi geçiş ücretlerinin 50 bin ila 450 bin ABD doları arasında değişmesi, kanalın ekonomik sürdürülebilirliği ve küresel ticaret üzerindeki etkisini tartışmaya açmıştı.
Bu durum, Panama Kanal İdaresi'nin gelirlerini kısa vadede olumsuz etkilerken, 2024 yılında gemi trafiğinin toparlanmasıyla birlikte kanal gelirlerinde yüzde 9,5'lik bir artış sağlandı. Panama Kanalı ülke ekonomisine yılda 3,5-4 milyar dolar katkı sağlamaya başladı. Trump bu gelire göz dikse de ABD'nin bu süreçteki yaklaşımı, kanalın yalnızca ekonomik değil, jeopolitik bir koz olarak da kullanılmak istendiğini göstermektedir.
Donald Trump'ın Panama'yı "soygun" yapmakla suçlaması ve geçiş ücretlerinin düşürülmesi için çağrı yapması, ABD'nin küresel ticaret savaşlarını yeni bir boyuta taşımak istediğini göstermektedir. Trump'ın "kanalın ABD'ye iade edilmesi gerektiğini" söylemesi, emperyalist hegemonya krizinin ve emperyalist saldırganlığın açık bir yansımasıdır.
Çin faktörü ve jeopolitik rekabet
Panama Kanalı üzerindeki rekabetin bir diğer boyutu, Çin'in bölgede artan etkisi olarak öne çıkıyor.
Çin, Panama Kanalı'nın ikinci en büyük müşterisi olarak ekonomik etkinliğini artırmakta ve Hong Kong merkezli şirketler aracılığıyla kanal çevresindeki limanların altyapısına yatırım yaparak "Kuşak ve Yol" girişimi çerçevesinde nüfuzunu artırmaktadır. Bu durum, ABD'nin küresel ticaret yolları üzerindeki kontrolünü “tehdit eden” bir gelişme olarak algılandı. ABD'nin şiddetli tepkileri, Panama Kanalı’nı yeniden sert jeoekonomik ve jeopolitik çekişmelerin alanı haline getirdi.
Trump yönetiminin bu çerçevede Panama üzerindeki baskıyı artırması, ABD-Çin rekabetinin Orta Amerika'da daha da şiddetleneceğini gösteriyor.
Trump'ın tehditleri ve tepkiler
Eski/yeni ABD Başkanı Donald Trump, daha eski/yeni koltuğuna oturmadan yaptığı dış politika hamleleri, yalnızca Panama ile sınırlı değil. Grönland, Meksika ve Kanada gibi ülkeleri de hedefe koydu.
Grönland'ı “satın alma” niyetini açıklayan Trump, Danimarka hükümetinin sert tepkisiyle karşılaştı. Grönland'ı stratejik bir bölge olarak gören Trump, bu hamlesiyle ABD'nin Kuzey Kutbu'ndaki etkisini artırmayı amaçlamaktadır. Danimarka, bu tehditkar teklifi "absürt" olarak nitelendirirken, “Grönland halkının bağımsızlıklarını koruma kararlılığını” vurguladı.
Meksika ile ilişkilerde ise Trump'ın "duvar" inşası ve NAFTA'nın yeniden müzakere edilmesi tehditleri, iki ülke arasındaki gerilimi artırmaktadır. Meksika, Trump'ın sert göçmen politikalarına tepki gösterirken, ABD ile ticari ilişkilerinde dengeyi korumaya çalışmaktadır.
Trump, Noel mesajında Kanada Başbakanı Justin Trudeau ile alay ederek "vali" dedi ve Kanada'nın ABD'nin "51. eyaleti" olarak daha düşük vergilerden ve kapsamlı askeri korumadan yararlanabileceğini söyledi. Trump’ın bu “absürt” açıklamaları bir yana, Kanada, Trump yönetiminin ticaret politikalarından ciddi şekilde etkilendi. Özellikle çelik ve alüminyum tarifeleri, Kanada ekonomisine önemli zararlar verdi. Başbakan Justin Trudeau ise ABD'nin bu "zorlama" politikalarına tepki göstererek, ülkesinin uluslararası ticarette “daha bağımsız” hareket edeceğini vurguladı.
***
Panama Kanalı'nın tarihi, kapitalist emperyalizmin sömürü mekanizmalarını ve jeostratejik çıkarlar uğruna yapılan müdahalelerin yıkıcı sonuçlarını gözler önüne sermektedir. Bu kanal, Latin Amerika halklarının doğal kaynaklarının ve emek gücünün uluslararası sermayenin hizmetine nasıl sunulduğunu açıkça göstermektedir. Günümüzde su sıkıntısı, artan ücret politikaları ve jeopolitik gerilimler, Panama Kanalı'nı yalnızca ekonomik bir arter değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ve çevresel adaletsizliğin bir arenası haline getirmiştir. Frantz Fanon’un dediği gibi; "Halkların özgürlüğü, yalnızca işgalcilerin ve emperyalistlerin çekilmesiyle değil, aynı zamanda kendi kaderlerini tayin etmeleriyle mümkün olur. Özgürlük, ortak mücadelelerin ve kolektif bilinçlerin eseri olacaktır."
Trump’la birlikte saldırganlığını artıran ABD sermayesi, Grönland'dan Panama'ya, Meksika'dan Kanada'ya uzanan geniş bir coğrafyada halkları tehdit ediyor. Ancak, bu emperyalist saldırganlığı durdurmak yalnızca Latin Amerika halklarının değil, dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların ortak mücadelesiyle mümkün olacaktır.