Kapitalistler, sömürüye dayalı sistemlerinin yarattığı krizlerin faturasını her dönem işçi ve emekçilere ödetmek için saldırırlar. İşçi sınıfı ise bu dayatmalar karşısında her zaman diz çökmez. Sınıflar mücadelesinin seyrine bağlı olarak farklı tepkiler gösterir. Örneğin 1831 yılında Fransa’nın Lyon kentinde dokuma işçileri, kötü ekonomik koşullar ve bununla ilintili olarak ücretlerin düşürülmesine karşı “Canut İsyanları” adıyla tanımlanan ayaklanmayı başlatırlar. 1844 yılında Silezya’da işçiler, sömürü koşullarına karşı “insanca yaşam” talepli bir direniş örgütlerler. Diğer pek çokları gibi bu iki isyan da burjuvazinin kanla bastırma çabalarına karşı, ekonomik taleplerle başlayıp siyasallaşmış, işçilerin bilinci berraklaşmıştı. Bu direnişler, 1848 devrimine giden süreçte kıvılcım oldular...
***
Türkiye’de son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, ekonomik krizin etkisi derinleştikçe, emek-sermaye çelişkisinin daha belirgin şekilde gün yüzüne çıktığı görülüyor. Bu çatışmada kapitalistlerin safında duran AKP Şefi Recep Tayyip Erdoğan, grevleri yasaklamakla övünürken, “iftiharla” sermayeye hizmet ettiğini sık sık hatırlatıyor. Sendikalaşan işçiler pervasız kapitalistler tarafından işten atılırken, hakları için direnişe geçtiklerinde çoğu zaman düzenin kolluk kuvvetlerini karşılarında buluyor. Sermaye iktidarı işçileri açlık ve yoksulluğa mahkum ederken, küstahça dayatmalara karşı gelişen basit tepkilere dahi tahammül etmiyor. Dayatmalara tevekkülle katlanan, hak arama bilincinden yoksun bir işçi tipi yaratmak istiyorlar.
Özetle, sermaye iktidarı mülksüzleri daha fazla yoksullaştırıp sopa elde beklerken, kapitalistler ise ücretli kölelik ve sömürüye dayalı bu düzenin nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyor, tıksırıncaya kadar yiyorlar.
***
Son günlerde sınıf cephesindeki gelişmelere bakıldığında iktidarın pervasızlığı net bir şekilde görülüyor. Sendikalı oldukları için işten atılan Polonez işçileri Ankara’ya yürümek isterken gözaltına alındılar. Çatalca Adliyesi önünde yürüyüş başlatmışlardı ancak polis tarafından önleri kesildi. Ayrıca polis amiri “sizin yeriniz Çatalca” diyerek direnişi hapsetmek istedikleri sınırı açıkça ilan etti. Çalışma Bakanlığı ise geçtiğimiz aylarda bizzat bir açıklama yayınlayarak Polonez’de sendikal hakları hedef alan saldırıya onay vererek safını belli etmişti. O da yetmemiş olmalı ki, fabrika çevresini ablukaya alan polis işçilere saldırıp göz altına alarak direnişi kırmaya çalıştı. İktidar, Polonez işçilerinin başlattığı Ankara yürüyüşünü engelleyerek sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için kendi hukukunu paçavraya çevirebileceğini birkez daha gösterdi.
Sendikalı çalışma anayasal bir haktır. Ancak bu, sadece kağıt üzerinde öğle. Hem sendikal faaliyete saldıran kapitalistler hem saldırılara kılıf uyduran iktidarın tutumu bunu gösteriyor. Sık başvurduğu grev yasakları, polis baskısı, yargı terörü vb. icraatlarla sermayenin tetikçisi olduğunu kanıtlıyor. Grev yasakları için yasal bir dayanak bulamayan AKP şefi Erdoğan, “grevler milli bütünlüğü bozucu nitelikte” mavalına sarılarak işçi sınıfının haklarına saldırıyor. Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu Hitachi Enerji, Grid Solutions, Schineider Elektrik ve Arıtaş Kriyojenik fabrikalarında başlayan grev, bu “gerekçe” üzerinden yasaklandı. Erdoğan ve müritlerine göre işçi sınıfının az-buçuk yaşamaya yeten bir ücret alması “milli güvenliği bozar”. Yani onlar için “milli güvenlik” kapitalistlerin kasalarına giren parayla ölçülüyor.
Bir başka yasak sebebi ise bu fabrikaların MESS üyesi olarak diğer fabrikalar için emsal teşkil etmesiydi. Bundan dolayı grevler, 1100 odalı sarayında sefahat süren Erdoğan tarafından yasaklanıyor.
İşçilere karşı duyulan bu öfke ve korkunun elbette birçok sebebi var. Öncelikle sınıfı pasifize ederek, mücadele potansiyelini eritmek istiyorlar. Yoksullaştırarak sadakaya bağımlı hale getirmek gibi hedefleri de var. Ancak söylenildiği gibi; “işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey yoktur!” Örgütlenip mücadele etmediği sürece sermaye ve iktidarın saldırıları tepesinden eksik olmayacak. Aslolan bu saldırıları püskürtme potansiyelini açığa çıkartmak, bunun deneyim ve dersleriyle donanmaktır. Bunlardan yoksun kalan bir işçi sınıfı, kaybedeceği çok şey olduğu vehmine kapılarak yenilgiyi kazanım, sadakayı zam olarak görüp, gerçeklikten kopuk bir yaşamın içine sürüklenecektir. Bugün Polonez işçilerinin önüne dikilen polis barikatı, Birleşik Metal üyesi işçilerin yaptığı grevin yasaklanması sınıfı o geri noktada tutmak içindir.
İşçi sınıfının verili mücadele düzeyi elbette geçicidir. Aslolan bu kısırdöngüyü kırmak ve dönüştürmektir. Koyu gericilik ve barbarlığın yükseldiği dönemlerde bile, son sözü her halükarda örgütlü mücadeleyi yükselten işçi sınıfı söylemiştir. Dolayısıyla işçi sınıfına umutsuz yaklaşmamak, tersine onu değiştirme ve devrimcileştirme kaygısıyla hareket etmek gerekiyor. Bugün bu kaygıları taşıyan sınıf devrimcilerine birçok sorumluluk düşüyor. Zira “sınıfa karşı sınıf” şiarının güncel tabloda bu kadar öne çıktığı bir dönemde, sınıf bilincini ve eylemini geliştirecek olan onların ön açıcı müdahaleleridir.
S. Sancar