Türkiye’de asgari ücret, geniş yığınları “alınacak olan en düşük ücrete” mahkum eden bir uygulamaya dönüştürüldü. Bugün çalışanların büyük çoğunluğu açlık sınırının dahi altında kalan asgari ücretle yaşamak zorunda kalıyor. Öte yandan, iğneden ipliğe kadar her şeye sık sık zam yapılıyor, ev kiraları artırılıyor, emekçiler elektrik, su, doğalgaz vb. faturalarını dahi ödeyemiyor. Zira, emekçilerin alım gücü giderek düşerken asgari ücret olduğu gibi yerinde sayıyor. Ortalama bir ailenin eline geçen para asgari ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmiyor. Bu ücrete çalışan işçiler ay sonunu getirebilmek için ya mesaiye kalarak sürekli çalışıyor ya ek iş yapmak zorunda kalıyor ya da kredilerle borca giriyor. Toplumun büyük bir kesimi felaket düzeyindeki yoksulluk ve yoksunlukla bu şekilde baş etmeye çalışıyor.
Önümüzdeki bir yıl boyunca geçerli olacak asgari ücret artışı işte böyle bir kriz sürecinde belirlendi. Emekçilere bir kez daha açlık ve sefalet dayatıldı. Dahası, önümüzdeki haftalardan itibaren hemen her gün pek çok şeye zam yapılmış ve böylece asgari ücret çok geçmeden tekrar açlık sınırının altına düşmüş olacak.
Krizin ve savaşın faturası emekçilere kesiliyor
Ortadoğu uzun yıllar boyunca emperyalizmin kanlı savaş, çatışma, soykırım ve şoven politikaları ile yakılıp yıkılarak şiddet ve kaosa bezendi. Bugün ise gelinen aşamada bölge kanlar içinde debeleniyor. Bir kriz coğrafyası olan bölgede Siyonist savaş makinesi ve onun arkasındaki batılı emperyalistler savaşı daha da kışkırtıyor; halkları birbirine kırdırıyor ya da doğrudan kendileri katliam yapıyorlar. Öte yandan, Türkiye gibi savaşı kışkırtan, bölgedeki kukla devletler de bu savaşın bir tarafı/parçası konumundalar. Elbette böyle bir savaşın faturası da işçilerin, emekçilerin ve bölgenin mazlum halklarının sırtına yıkılıyor.
İktidar, bir taraftan vergi affı ve yeni teşviklerle sermaye sınıfına hizmette kusur etmezken, öbür taraftan işçi ve emekçilere “savaş” bahanesi ile aba altından sopa göstererek daha da saldırgan bir tutum sergiliyor. Yüzlerce işçi Madde 25/2 ile işten atılıyor, sendikal örgütlenmeler engelleniyor, mücadele edenlerin karşısına ise bürokrasi ve kolluk kuvvetleri çıkartılıyor. Öte yandan, bir gece yarısı kararnamesi ile grevler yasaklanıyor. Hakları için yürüyüş yapmak isteyenler gözaltına alınıyor veya tutuklama saldırısı ile karşılaşabiliyor. Yıllarca sürüncemede kalan iş mahkemeleri ise bu saldırıların başka bir ayağını oluşturuyor. Grev yasaklama kararları, “milli güvenliği bozucu nitelikte eylem” diye gerekçelendiriliyor. Ancak sermaye sınıfının ülkenin zenginliklerini, yer altı ve yerüstü kaynaklarını sınırsızca sömürüp talan etmesi, saraydaki sahtekar takımına göre “milli güvenliği bozucu” bir eylem değil.
Çözüm örgütlü mücadelede!
Sermaye iktidarının bu kadar küstah ve pervasızca saldırmasının arkasında, işçi sınıfının örgütsüzlük ve dağınıklığı var. Verili koşullarda işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin zayıf olması, kısmen daha ileri olanların ise sendikal bürokrasi tarafından kötürümleştirilmesi, mevcut zayıflığın nesnel ve öznel sonuçlarının sınırlarını gösteriyor. Bu durum örgütlenmenin ve mücadele etmenin yakıcı önemini de gözler önüne seriyor. Asgari değil de insanca yaşanacak bir ücret alabilmek için yapılması gereken şey fabrikalarda, atölyelerde ve sanayi havzalarında komiteler ve birlikler kurarak örgütlü mücadeleyi yükseltmektir.
K. Torlak