İşçi sınıfı salgın nedeniyle ciddi bir risk altında. 'Her şartta üretime devam edeceğiz' tutumu ve sermayenin ihtiyaçlarını eksen alan yaklaşımlar nedeniyle her gün fabrikalara kapatılan işçiler virüs tehdidi ile burun buruna çalışıyor. Göstermelik alınan önlemler ve fabrikalarda artan vaka sayıları bu sorunu giderek ağırlaştırıyor.
Ancak sorun sadece işçilerin ve bir bütün olarak toplumun sağlık açısından içinde bulunduğu kötü koşullardan ibaret değil. Sermayedarların şu sıralar devreye soktuğu işten atmalar, ücretsiz izinler, esnek ve kuralsız çalışmanın yaygınlaşması vb. üzerinden gündeme gelen fatura bu tabloyu tamamlayan bir başka alan olarak karşımıza çıkıyor.
Sermaye düzeni, AKP iktidarı eliyle tüm pervasız uygulamalarını bu süreçte devreye sokmanın telaşı içinde. Yıllardır yağmalanan fonlar ve devlet bütçesi tekrar sermayenin koşulsuz kullanımına açılıyor. Ekonomik ve sosyal yıkım saldırılarına giderek yoğunlaşan demokratik hak gaspları, baskı ve zorbalığın tırmandırılması, şu sıralar içişleri bakanının sıklıkla tekrarladığı gibi muhalefet edenlerin susturulması çabaları vb. ekleniyor. Kısacası sermaye düzeni tüm kurumlarıyla birlikte işçi ve emekçilere düşman icraatları hayata geçirerek sınıfsal konumuna uygun hareket ediyor.
Bunun karşısında işçi sınıfı ve emekçiler içinde büyükoranda edilgenlik içinde. Tepki ve öfke artsa da bunu açığa çıkartacak kanalların yokluğu, giderek büyüyen sorunlar karşısında sınıf mücadelesinin önünü tıkayan önemli bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Bu tabloya sendikaların içinde bulunduğu durum eklenince, işçi ve emekçiler açısından zaten boğucu olan atmosfer daha da derinleşiyor.
İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün zayıf olduğu koşullarda, nispeten örgütlü davranabilecekleri kanallar olan sendikaların önemi daha da artıyor. Fakat farklı renk ve tonda da olsa, sendikalara hâkim olan bürokratik anlayışlar, sendikaları sınıfın bir mücadele aracı olmaktan çok sermaye düzeninin koltuk değneği haline getiriyor. Öyle ki, çoğu zaman işçi düşmanı politikaların uygulanmasının destekçisi, işçilere kabul ettirmenin bir aracı işlevi görüyor.
Salgın sürecinde ortaya çıkan tablo ve işçi sınıfına dönük kapsamlı saldırılar ortada iken, sendika bürokratlarının aldıkları -daha doğrusu almadıkları- tutumlara dair çok şey söylenebilir elbette. Bu hakkımızı şimdilik saklı tutuyoruz ve bu yazı vesilesiyle birkaç noktanın altını çizmekle yetinmek istiyoruz.
Salgının bir kez daha ortaya çıkarttığı gerçek, sermaye iktidarının katı bir sınıf tutumu ile davrandığıdır. Bu Türk-İş ve Hak-İş gibi sözde işçi sendikalarının AKP destekçisi politikaları açısından da söylenebilir. Bu sendikaların başına çöreklenmiş ağa takımı, tam da onlara biçilen misyon gereği, önlerine atılan kırıntıların karşılığı olarak sermayeye hizmet ediyorlar. Peki her fırsatta bunun dışında davrandığını ifade eden DİSK ne yapıyor? Bu patron ayakçısı, işçi düşmanı ağa takımından nerede farklı tutum alıyor ve kendini ayrı bir yere koyuyor?
Sınıf mücadelesini rica minnet yürüten DİSK bürokratları kof kabadayılık, basın toplantıları ve işçilerin yaşamına dair 'akademik' araştırmalar dışında hiçbir şey yapmıyor. Dahası zaten ötesini düşünebilecek bir yaklaşımları da bulunmuyor. Son genel kurullarında, işçi satmayı, satış sözleşmesine imza atmayı karakter haline getirmişlerden seçilen bir yönetim, DİSK'in nerede durduğunu göstermesi açısından oldukça açıklayıcı.
Fakat durum bu kadar da değil. Bilindiği gibi; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, kamuoyunun sendikal faaliyetin askıya alınması olarak okuduğu bir karar alarak, bir dizi çalışmanın durdurulduğunu ifade etmişti. Sendika yetki süreçleri, TİS görüşmeleri, grev oylaması, arabuluculuk vb. prosedürler açısından ifade edilen bu 'askıya alma' işleminin ne kadar süreceği açıklanmamış durumda. Denilebilir ki; önlem olarak, salgın sürecinde kısa bir zaman aralığı açısından bunda ne sorun olabilir? Var çünkü, sermaye iktidarı her gün işçilerin ekonomik ve sosyal halklarını tam da bu salgın vesilesiyle gasp ediyor, işten atmaları ve kölece çalışma koşullarını dayatıyor. İşçilerin göstermelik önlemlerle çalışmaya zorlanıyor. Yoksulluk ve sefalet kapıda. İşçilere ya açlık ya ölüm ikilemi dayatılıyor... Asgari sınıf bilinci olan, sermaye sınıfının karakterini tanıyan herkes, böylesi süreçlerde işçi sınıfının her türlü hak arama mücadelesinin güçlendirilmesi gerektiğini bilir. Dahası, böyle ağır kriz ve bunalım süreçlerinin arkasından bir dizi hak gaspının yaşandığı, demokratik kazanımların tırpanlandığı, baskı ve zorbalığın artttığı, en sıradan sendikal hakkın bile hedefte çakıldığı tarihsel olarak çok sayıda deneyim ile sabittir. Şu sıralar işçiler açısından hiçbir önlem almayarak çarkların dönmesini sağlamaya çalışanların, birtakım prosedürler üzerinden sendikal faaliyeti askıya alması kabul edilebilir değildir. Bu işçi sınıfı açısından böyle algılanmalıdır. Zira, sermeye düzeni ve kurumları elinden geldiğince bunun da ötesine gidebilecek adımlar atmaya büyük bir istek duyuyordur, bundan kuşku duymamak gerekir.
Bu haberler ortada dolaşırken, DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu'nun kimi internet sitelerinde çıkan açıklamalarına göre, bu 'askıya alınma' önerisinin bizzat kendilerinden gittiğini de öğrenmiş bulunuyoruz. Salgın başladığı günden bugüne, geçtik işçi sınıfının bütününü, kendi üyelerinin bile yakıcı talepleri için kılını kıpırdatmayanlar, hatta hükümete “48 saat süre veriyoruz” gibi iddialı bir açıklama yayınlayıp, açıklamanın mürekkebi bile kurumadan söylediklerini yutarak tek kelime etmeyenler şöyle diyor: “Devam eden TİS süreçlerinde salgın nedeniyle görüşmeler yapılamıyordu. Biz yeri geliyor TİS için bin-2 bin işçiyle toplantılar yapıyoruz. Belli prosedürlerin yerine getirilememesinin ve sürecin uzamasının hak kaybı yaratmaması için Bakanlığa taleplerimizi iletmiştik. Bu doğrultuda düzenleme yapıldı. Düzenlemenin işçiler açısından hiçbir hak kaybına yol açmadan hayata geçirilmesi gerekiyor.”*
Açıklamanın naif görünümü bir yana, DİSK bürokratları söylediklerinin hangi sınıf mantığına oturduğunun farkındalar mı bilemiyoruz? Böylesi bir süreçte önlem alınacak ise, bir işçi sendikası TİS'lerin veya buna benzer süreçlerin bir an önce işçilerin talep ve istemlerine göre bitirilmesini talep etmelidir. İşçilerin örgütlenmesinin önündeki tüm bürokratik engellerin kaldırılmasını mücadele gündemi haline getirmelidir vb... Bu sıraladıklarımızı daha da uzatabiliriz. Ama sınıf mücadelesini ikide bir basın açıklaması yapmak olarak algılayanların bunları anlayamayacaklarını çok iyi biliyoruz. Zira onların gerçek derdi sınıf mücadelesinin ihtiyaçları değil, “mücadele ediyoruz” görüntüsü altında koltuklarını nasıl koruyacaklarıdır.
Yukarıda alıntıladığımız ifadeler bunun dışında bir anlam ifade etmiyor ama açıklamanın hezeyanları bunlarla da sınırlı değil elbette. Şu laf arasına sıkıştırılmış, “Biz yeri geliyor TİS için bin-2 bin işçiyle toplantılar yapıyoruz” cümlesini nereye koyacağımızı bilemedik. Güya işçi sınıfıyla birlikte karar alınan, demokratik bir sendika algısı yaratmak için ifade edilen bu propagandif cümleye, TİS süreçlerini az buçuk izleyen bir kimse sadece gülümser. Daha yeni, metal işçilerinin grev iradesine rağmen bir dizi ayak oyunu ile kimseye sorma ihtiyacı hissetmeden satış sözleşmesine imza atan Adnan Serdaroğlu'nun, ayağının tozuyla gelip, el sıkışarak yönetimine seçildiği DİSK'in başkanı söylüyor bunları. En sıradan sendikal ilkeler konusunda, şu an DİSK yönetiminde bulunan Kazım Doğan gibi kimi zatların seceresini çıkarmaya kalksak sayfalar yetmez.
Sözümüz işçi sınıfınadır. Bu 'en ilerisi olduğunu' söyleyen sendika bürokratlarının tutumları dahi, şu içinden geçtiğimiz zor günlerde sermayeye olduğu kadar sendikal bürokrasiye karşı da amansız bir mücadele verilmesinin yakıcı önemini bir kez daha ortaya koyuyor. Bu başarılırsa eğer, işte o zaman işçi sınıfı sendika koltuklarına çöreklenmiş bürokrat takımını süpürüp atacaktır.
* birgün.net, Sendikal faaliyetler askıda, 26.03.2020,