Patron-devlet-sendika bürokrasisi ortak yapımı senaryonun geçen yılki figürü asgari ücretle geçinemeyen kadın işçiydi. Kadın işçi süreç sonucunda zamdan memnun olmayan ama biraz da olsa rahata ermiş bir işçi görüntüsü yarattı. Sahne böyle kapandı.
Bu yılki senaryonun daha öncekilere göre etkili olduğunu söylemek gerek. Patron-devlet-sendika bürokrasisi şeytan üçgeni, bu sene iyi bir zam için 3 işçi sendikasının bir araya gelip, zam için sıkı bir pazarlığa tutuştuğu masalı ile karşımıza çıktı.
Olayın aslına inilip, ötesi görülmek istendiğinde, yaşananlara genel olarak bakmak bile epeyce bir fikir verecektir. 3’lü şebeke bir masa kurmuşlar. Asgari ücretle yaşamak zorunda kalan milyonlarca işçinin 2020 yılında alacağı ücretin ya da yaşayacağı sefaletin pazarlığını yapacaklar. Pazarlık kısmı da dahil her şey bir oyun senaryosu biçiminde işletilecek. İşçiler belirlenecek zammı beğenseler de beğenmeseler de zamma azı gelecek. Bu masadaki temel kural böyle. 3’lü şebekenin demokrasi anlayışının çok güzel bir örneğini yaşayacağız. “Pazarlık” masasında 15 kişi var. 5 kişi patron tarafını, 5 kişi işçi tarafını, 5 kişi devlet tarafını temsil ediyormuş. Güya devlet babacan bir tutumla tarafları adil ve orta bir yerde buluşturmak için var. Tabi yersen! Binlerce işçi çalıştıran bakanların yönettiği devlet kim için masada yer alır? Devletin başında işçilerin grevlerini yasaklamakla övünen bir diktatör bozuntusu varsa, devletin, patronların yanında yer alacağını görmek zor değil.
Bu senaryonun gerçeğe yakın tek öğesi, patronlar cephesinin “Kârımızı daha fazla arttırmak için işçilik maliyetlerini en alt seviyede tutmamız gerek” demeleridir. Bu yüzden asgari ücretin minimum seviyede belirlenmesi lazım diyorlar. Bunun için masada bulunuyorlar.
İşçileri her fırsatta “baldırı çıplak”, “ayak takımı” gibi sözlerle aşağılayan diktatörümüz sarayına yerleştikten sonra “bakanlığımızı” bile kapattı. Önceden işçilerin sorunlarıyla ilgileniyormuş gibi yapan “Çalışma Bakanlığı” gitti, şimdi “Aile Bakanlığı” ile üvey evlat muamelesi görüyoruz.
Gelelim bu seneki senaryonun temel birleşeni olan sendika-işçi cephesine. Bu ortaoyununda yıllardır işçiler payına sefalet düştüğü için buna daha özel eğileceğiz. Yaklaşık 6 milyon işçiyi ilgilendiren bu görüşmelere işçiler adına Türk-İş ağaları katılıyor.
Asgari ücretle çalışan işçilerin büyük bir bölümü sendikal olarak örgütlü değil. Başta yakın dönemde kurulan sanayi havzaları olmak üzere işçiler düşük ücretle, keyfi uygulamalara ve azgın sömürüye tabi tutuluyorlar. Peki, Türk-İş bürokrasisi burada ne yapıyor? Koca bir hiç diyeceğiz ama sadece bununla sınırlı kalmıyor suçları. Koşullarını düzeltmek isteyen ve bunun için harekete geçen işçilere ihanetle dolu bir tarihi var bu yapının. Türk- İş’in asgari ücret tespit komisyonu başkanı Teksif sendikası genel başkanı Nazmi Irgat’ı ele alalım. Bu ağa uzun yıllardır sendika genel başkanlığı koltuğunu meşgul ediyor. Dikkatli gözlerle bakan biri koltuğuyla birlikte gezdiğini rahatlıkla görür.
Bahariye Halı’nın Çorlu fabrikasında Teksif sendikası örgütlü. Yaklaşık bir yıl öncesiydi. Sürekli 12 saat çalışmaktan bunalan işçiler, patrona ve sendikaya artık mesaili çalışmak istemediklerini iletir. Ancak çözüm üretilmez. İşçilere zorunlu mesai baskısı devam eder. İşçiler bakarlar kimsenin onları dinlediği yok, topluca iş durdurup, patrona fazla mesaiye kalmak istemediklerini, seçtikleri sözcü aracılığı ile iletirler. Hepinizin tahmin edeceği gibi bu arkadaş işten atılır. İşçiler buna sesiz kalmak istemez ve sendika ile birlikte eylem yapmak isterler. Yine tahmin edeceğiniz üzere sendika yönetimi buna yanaşmaz. Bununla da yetinmeyip işçi iradesini kırmak için ellerinden geleni yaparlar. Bu anlayışa sahip sendikacılar, komisyonda işçiler için çabalayacaklar lafı koca bir yalandan başka nedir ki? Güldürmeyin diyesi geliyor insanın.
Türk-İş kurulduğu 1952 yılında bu yana gelişebilecek işçi hareketini patron ve devlet adına denetim altına almak amacını gütmüş bir yapıdır. Yakın zamanda kamuda satış sözleşmesini imzalayan ağa takımının açık mikrofon kazasında yükselen sesi çok netti. “Sözleşmeyi hızla imzaladık, uzasaydı ortalık karışacaktı” sözü her şeyi anlatıyordu. Kamu işçilerinin kayıplarını giderecek iyi bir sözleşme için bastırmaya başlamışlardı. Sözleşmeyi imzalayarak işçilerin birliği anlamına gelen “karışıklığı” önlemek istediler.
Sırada bu sene gişe rekorlarını kıracaklarını düşündükleri senaryo değişikliği var. Türk-İş, Hak- İş ve DİSK ağaları “işçilerin üzerindeki vergi yükünü hafifletmek için” nasıl bir araya gelmişlerse, asgari ücret belirlenmesinde de birlikte hareket edeceklermiş. Öyle bir edayla konuşuyorlar ki sanki üyeleriyle birlikte meydana çıkıp, grevler yapıp hak kazanmışlar. Salonda alkış tufanı kopmayacağını ilk başta ifade edelim. “Hayır, canım” orada DİSK var. Bu sefer farklı olur diye düşünenlere de birkaç hatırlatma yapmakta fayda var.
Sermaye düzeninin, işçi hareketini denetim altında tutma planları 1960’lı yıllarda gelişen işçi mücadeleleri ile boşa düşmüş oldu. Gelişen sermaye ile birlikte yoğun sömürü, militan işçi mücadelelerini tetikledi. Saraçhane mitingi, Kavel grevi, Paşabahçe grevi derken işçi hareketi Türk İş’ten kopma noktasına geldi. Bu sürecin sonucunda DİSK ortaya çıktı. DİSK kurulduğu ilk andan bugüne, militanlaşan işçi hareketini devrimcileşmeden mücadeleci bir çizgide tutma bakışıyla hareket etti. 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde, işçiler DİSK kapatılmasın diye sokaklarda direnirken, Kemal Türkler’in işçileri orta yerde bırakan açıklamaları bile çok şey anlatıyor. Her şeye rağmen devrimci işçi hareketi DİSK’i bir düzeyde tuttu. Devrimci kitle hareketinin geri çekilmesi ile birlikte elimizde geçmişin mirasını yemekten başka bir şey yapmayan bir bürokratik yapı kaldı. İşçi düşmanı TÜSİAD’ı sendika binalarında ağırlamak mı dersin, ihanetçi Türk Metal çetesi ile birlikte aynı kareye girmek mi dersin, işçinin en temel hak alma silahı grevi gereksizleştirmek mi dersin, işbirlikçi sendikal anlayışla bezenmiş bir yapıdan başka bir şey kalmadı elimizde. Sarı sendikacılığın bir ton koyusu olup çıktılar.
Hal böyleyken onların bu senaryoda işçiler lehine bir duruş sergilemelerini beklemek ham hayal olur. Yapacakları, en fazla biz bu zammı katiyen kabul etmiyoruz, demek olur. Belki etkisiz birkaç eylem yaparlar, bu arada TV’lere çıkıp açıklama da yaparlar tabii. Yani dostlar alışverişte görsün yeter. Senaryoda onlara verilen bu rolü oynayıp geri dönerler.
AKP iktidarı döneminde palazlanmış Hak-İş’in o “pazarlık” masasında devlet bürokratlarının ağzının içine bakacağına tahmin etmek zor değil.
Türk-İş Başkanı Ergün Atalay konfederasyonlar olarak bu süreçte niye bir araya geldiklerini açıklarken aslında her şeyi itiraf etti. Bu orta oyununda her seferinde ihale bize kalıyor. İşçilerin tepkisi bize yöneliyor. Biz de bunun altında eziliyoruz. 3 konfederasyon bir arada olursak bu basınçtan daha az etkilenir ve daha az yıpranırız, diyerek amaçlarına açıklık getirmiş oldu.
Bir mücadele programının olmadığı, kuru gürültüden öteye gitmeyen bu oyundan bir şey çıkmaz. Sözün özü senaryolar değişse de sahnenin bitiminde işçileri sefaletin kendisi bekliyor.
Her yıl utanmadan sıkılmadan benzer oyunlarla karşımıza çıkabilme cesaretini kendilerinde bulabiliyorlarsa burada biz işçi ve emekçilerin payı var. Her ne kadar oyunun farkında olsak ta buna karşı tepkisizliğimiz onlara bu cesareti veriyor. Soru basit ve karar bizde:
Bu oyunu bozacak mıyız, izlemeye devam mı edeceğiz?
Veli Karaçam
Tekirdağ 1 No’lu F Tipi C-90 Koğuş