20 yıldır sermaye sınıfına hizmet eden Tayyip Erdoğan’la müritleri, baştan itibaren burjuva sınıfın organik bir parçası oldukları bilinciyle hareket ettiler. Sisteme hizmet karşılığında sömürüden kendilerine verilen payla yetinmeyen bu din istismarcısı yiyici takımı, mafyatik bir yağma-talan-kara para düzeni kurarak büyük bir servete kondular. Saraylarında sefahat sürerken toplumdan kopan, küstahlık ve vurdumduymazlıkta sınır tanımayan, toplumsal gerçekliği yok sayan tutumlarıyla adeta halkı taciz ediyorlar. Küstahlık ve uydurdukları yalanlar öyle bir boyuta vardı ki, bazı yandaşları bile bundan rahatsız olmaya başladı.
Burjuva ‘devlet adamı’ sıfatıyla anılan Tayyip Erdoğan’ın vaazlarının çoğunun birer zırvadan ibaret olması hayretle izleniyor. Topluma yalan söylemek burjuva siyasetçilerinin başlıca karakteristikleridir elbette. Bu konuda kimse AKP şefinin eline su dökemiyor artık. Fakat o, gerçekleri yüz seksen derece tersyüz edip, halkla pervasızca alay ederek büyük yalanlar söylemekte ipin ucunu iyice kaçırıyor. O yüzdendir ki Tayyip Erdoğan’ın vaazları akli dengesinin yerinde olup olmadığına dair tartışmalara vesile oluyor. Bu arada bu yalanların ve tek adam rejiminin icraatlarının bedelini de on milyonlar ödüyor. Emekçiler için vaziyetin berbatlığı herkesin malumu olduğu halde, sarayda ikamet eden mafyatik rejimin başı, ‘güllük gülistanlık’ bir ülke resmi çizmekte sakınca görmüyor.
Bu kadar utanmazlık, bu kadar umursamazlık, AKP-MHP rejimindeki çürüme ve kokuşmanın had safhaya vardığını gözler önüne seriyor. Son dönemde Avrupa’nın Almanya, İngiltere vb. gibi önde gelen emperyalist ülkeleriyle Türkiye’yi kıyaslayan Tayyip Erdoğan, Avrupa’da durumun ne kadar kötü, Türkiye’de ise ne kadar parlak olduğunu anlatıyor. Asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu, gençlerin %70’ten fazlasının ülkeyi terk etmek istediği bir dönemde AKP şefi, utanıp sıkılmadan bu tür laflar edebiliyor. Görünen o ki, ülkeyi, şatafat içinde sefahat sürdüğü sarayından ibaret zannediyor.
Tayyip Erdoğan’ın vaazları sadece alay konusu olma sınırlarında kalmıyor, rejimin başı sıfatıyla ettiği lafların ekonomik, siyasal, sosyal yaşam üzerinde yıkıcı etkileri oluyor. Ekonomideki çöküşüşü daha da derinleştirerek TL’nin değerindeki düşüşü hızlandırıyor, ücretler/maaşlar dışında her şeyin zamlanmasına neden oluyor. TL değer yitirdikçe, dolar veya euro milyarderi ya da milyonerlerinin serveti artıyor. AKP şefi ile etrafındaki yiyici takımının da bundan nemalandığı görülüyor. Zira 20 yıldan beri ülke zenginliğini yağmalayan bu din istirmarcısı soyguncu takımı, milyonlarca emekçinin sefalete sürüklenmesi pahasına da olsa, dolar ve euro cinsinden büyük bir servete kondular.
TL’nin değer yitirmesi ve bunun dolaysız sonuçlarından biri olan zamlar, enflasyon oranını yükseltiyor. Bu ise geliri sabit olan işçi ve emekçilerin reel ücretlerinin, yani satın alma güçlerinin düşmesi anlamına geliyor. Diğer bir ifadeyle mafyatik AKP-MHP rejimi işçi sınıfı ile emekçilere giderek derinleşen bir sefalet dayatıyor.
Milyonları açlık sınırı altında bir asgari ücretle çalışmaya zorlayan rejimin başı Tayyip Erdoğan, kendi maaşına zam yaparken pek ‘bonkör’ davranıyor. Bu arada yaptığı zamla maaşını 100 bin liraya çıkartan adamın avantaları, haraçları ve örtülü ödeneklerinin toplamı milyarları buluyor. Buna rağmen maaşını 100 bin liraya çıkarmakta beis görmüyor. Yani her ay 35 asgari ücrete tekabül eden bir maaşı utanmadan cebine atıyor. Böyle birinin kapandığı sarayda kendini farklı bir gezegende hissetmesi şaşırtıcı değil. Ne de olsa kokuşmuş rejime böyle tipler yakışıyor.
AKP-MHP rejiminin ağababaları saraylarda sefahat sürerken ülkede hiçbir ciddi sorun olmadığını, tam bir utanmazlıkla tekrarlayıp duruyorlar. 1100 odalı sarayda yaşayan adam, öğrencilerin yurt sorunu yok diyor. Üç beş maaş alan saray beslemeleri, işsizlik olmadığını söylüyor. Lüks ve şatafatı kaba görgüsüzlük boyutuna vardıranlar, yoksulluk diye bir sorun yok diye vaazlar verip, şarlatanlık gösterileri yapıyorlar. Yandaşlık dışında bir meziyeti olmayan bir AKP’li milletvekili televizyon ekranlarına çıkıp “Zam gelmiştir ama mini mini gelmiştir” lafları ederek emekçilerle alay ediyor…
Saray rejiminden nemalanan bu yozlaşmış yiyici kast, yakıcı toplumsal sorunları dile getiren, hele de hak arama mücadelesi verenlere “terörist” damgası basıyor. Saltanatlarının ömrünü uzatmak, yani yağma ve talana devam edebilmek için milyonların hayatını zehir etmekte sakınca görmüyorlar.
Burada asıl soru, çürümüş saray rejiminin bu kadar pervasız olma cüretini nereden bulduğudur. Emekçilere düşmanlıkta sınır tanımayan, küstahlığını saklama gereği bile duymayan bu zihniyetin temsilcileri, temsil ettikleri kapitalist sınıfın bütün hastalıklı hallerini yansıtıyorlar. Sermaye sınıfının çıkarlarını koruyan bu yozlaşmış kastın tüm kuralları alt üst eden bir pervasızlık sergileyebilmesinin temel nedenlerinden biri, halen bütün faturaları ödeyen işçi sınıfıyla emekçilerin fiili-meşru bir direniş geliştirememiş olmalarıdır.
Sistemin yapısal özelliğinden kaynaklanan sorunların çözümsüz olması ile dinci-faşist rejimin pervasızlığı birleştiğinde, bu gidişatın değişmesi mümkün değil. Yeni krizler yaratmaya ve tüm yükü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmaya devam edecekler. AKP-MHP rejimi yıkıldığında da temel sorunlarda özü itibarıyla çok değişiklik olmayacak. En iyi ihtimalle geçici bir soluklanma olabilir. O halde bu gidişata müdahale edip süreci tersine çevirmek, ancak bedeli ödeyen emekçilerin mücadele alanlarına inmesiyle mümkün olacaktır.
Saray rejimi, emekçileri ve ilerici-devrimci muhalifleri sindirmek için zorbalığa başvuruyor. Hatta kaba şiddeti kimi zaman düzen muhalefetine karşı da kullanıyor. Baskılardan dolayı mücadeleden geri durmak sorunu çözmüyor. Tersine, saray ve avenesi azdıkça azıyor. Bu ise milyonlarca emekçi için insanca çalışma ve yaşam hakkının hoyratça ayaklar altına alınmasına zemin hazırlıyor.
İnsanca koşullarda çalışmak ve onurlu yaşamak tüm emekçilerin meşru hakkıdır. Biliyoruz ki, iş kapitalistlere ve onlar için tetikçilik yapan saray rejimine kaldığı sürece bu hakka ulaşmak mümkün değil. Zira insan olarak işçi ve emekçiler, onları zerre kadar ilgilendirmiyor. Rejimin tüm icraatları bu gerçeği döne döne kanıtlıyor.
Bu gidişata işçi sınıfıyla emekçiler dur diyebilir. Tek tek fabrikalarda olsa da işçi ve emekçiler birçok yerde direniyorlar. Ancak bu kadarı vahim tabloyu değiştirmeye yetmiyor. Gerekli olan kitlesel, birleşik fiili-meşru direnişi çalışma ve yaşam alanlarında örgütleyebilmektir.