İşçi sınıfı ve emekçi kitleler, AKP iktidarı tarafından bir kez daha Kürt halkına karşı şovenizm zehri ve savaş çığırtkanlığı ile sersemletilmek isteniyorlar. Krizin ağırlaşan faturası yetmezmiş gibi, sermaye devletinin dış politikadaki iflaslarının zaten ödenegelmekte olan faturası işgal ve saldırganlık tırmandırılarak, Suriye’deki sorunlar ağırlaştırılarak sürekli kabartılıyor.
Tayyip Erdoğan/AKP iktidarı Kürt halkının kazanımları ve Suriyeli mülteciler bahanelerini kullanarak Suriye’de ateşle oynamaya devam ediyor. İdlib’de gerici çetelere hamilik eden, önce “Fırat Kalkanı” diyerek Menbic’in kuzeyini, ardından “Zeytin Dalı Harekatı” ile Efrîn’i işgal eden, son dönemde Güney Kürdistan topraklarına bombalar yağdıran sermaye iktidarının hedefinde her zamanki gibi öncelikle Kürt halkı var. Suriye’ye ve Kürtlere yönelik son saldırganlık “güvenli bölge” planı üzerinden hayata geçirilmek isteniyor.
Emperyalistlerin ve bölgesel uşakların “güvenli bölge” hesapları
Türkiye-Suriye sınırı boyunca Fırat’ın doğusuna “güvenli bölge” gerekçesiyle girmek, Türk sermaye devletinin uzun zamandır dilinden düşürmediği bir hayaliydi. Bir yıldan fazladır Fırat’ın doğusuna harekat tehdidi savuran, bu yılın ilk aylarına kadar bunu seçim malzemesi olarak da kullanan AKP-Erdoğan iktidarı, ABD emperyalizminden icazet alamamıştı. Şubatın başında ise AKP’li Dışişleri Bakanı, bölgede PKK’ye karşı ABD ile ortak görev gücü kurulacağını açıklamıştı.
O günden sonra bu konuda herhangi bir adım atıldığına dair hiçbir ize rastlanmadı, ta ki Temmuz’un son haftasına kadar. “Güvenli bölge” ve “Müşterek Görev Gücü” tartışmalarının son günlerde başlıca gündem haline gelmesini sağlayan gelişmelerin başlangıcı birkaç hafta öncesine dayanıyor. Türk sermaye devletinin Suriye sınırında Suruç-Akçakale-Ceylanpınar hattına yoğun askeri yığınak yaptığı günlerde, bir ABD heyeti Türkiye’ye geldi. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın ile ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey’in 24 Temmuz’daki görüşmelerinde “güvenli bölge” konusunu ele aldıkları fakat bir mutabakata varmadıkları açıklandı. 26 Temmuz’da, AKP şefi Erdoğan’ın “ABD ile Suriye sınırları boyunca güvenli bölge oluşturmaya yönelik görüşmeler ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın Fırat’ın doğusundaki terör koridorunu paramparça etmekte kararlıyız” tehdidi geldi. Diğer yandan Temmuz ayı boyunca sınıra yapılan askeri yığınak, bu gelişmelerin yaşandığı dönemde dikkat çekici ölçüde arttırıldı.
Bu gelişmeler ABD cephesinden karşı tehdit ve uyarılarla karşılandı. Heyet ziyaretleri ve görüşmeler hızlandı. Nihayet 7 Ağustos’ta Erdoğan’ın Milli Savunma Bakanı, Suriye’nin kuzeyinde “güvenli bölge” kurmak için ABD ile çalışmalara başlamak konusunda mutabakata vardıklarını açıkladı. Devamında 6 kişilik bir askeri heyet Müşterek Harekat Merkezi’nin kurulması için Urfa’ya yerleşti. (Meclis tatilde olduğu için ancak ülkenin ani bir saldırıya maruz kalması durumunda cumhurbaşkanına tanınan yabancı askeri gücün Türkiye topraklarına kabul edilmesi yetkisi ile hem de. Ortada ani bir saldırı olmadığı ölçüde Tayyip Erdoğan artık alışılagelmiş şekilde bir kez daha anayasayı çiğnedi.) Çok geçmeden ABD tarafından Türk İHA’larının Rojava üzerinde uçuşuna izin çıkarıldı ve keşifler başladı.
Bir yanda bunlar yaşanırken, diğer yanda “güvenli bölge”nin uzunluğu-derinliği, askeri birliklerin ve inisiyatifin bileşimi vb. konularda “mutabakat”sızlığın sürdüğü görüldü. ABD başka bir telden, Türk devleti başka bir telden çalıyor. Türkiye 30 km derinlikte bir hat (neredeyse tüm Kürt bölgesi), YPG ağırlıklı Demokratik Suriye Güçleri’nin (QSD) ağır silahlardan arındırılmasını ve etkisizleştirilmesini isterken, ABD üzerinden “mutabakat”ın parçası olan Kürt hareketi 5 km genişliğinde 100 km’lik bir hat, yerleşim merkezlerinin dışta tutulması, Türkiye’nin harekat yapmama garantisi vermesi karşılığında ağır silahların 30 km geriye çekilebileceği gibi öneriler sunuyor. ABD ise 5-15 km’lik bir derinlik ve ortak devriyeleri dillendiriyor.
ABD emperyalizmi payına “güvenli bölge” manevrasının hangi amaçla gündeme getirildiğinin en iyi açıklaması ise AKP-MHP yetkililerinin “oyalanmaya gelmeyiz” nakaratında yatıyor. AKP’li Metin Külünk’ün Müşterek Harekat Merkezi adımını, “Ortak Oyalama Merkezi” olarak tanımlaması dahi çok şey anlatıyor.
YPG ve HDP açıklamalarına bakılırsa Kürt hareketi ABD’nin manevrasını destekliyor. Zira hem kendisinin dolaylı muhatap alındığını varsayıyor hem de “mutabakatı” Türk devletinin saldırganlığına set çekilmesinin bir yolu olarak görüyor. Kürt halkının temel haklarını ve kazanımlarını tanımamak konusunda direterek Kürtlerle anlaşma zeminini tıkayan Suriye rejimi, daha baştan “güvenli bölge” girişimine karşı olduğunu, böyle bir adımı kendi egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saldırı ve işgal sayacağını ilan etmişti. Rusya, toprak bütünlüğü ve Suriye rejiminin toprakların tamamını kontrol etmesi vurgusuyla birlikte sahadaki gerçekliklere ve tarafların hassasiyetlerine işaret ederken, İran’dan “ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki tavrı, Suriye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne açık bir saldırı ve uluslararası hukuk ile BM Anlaşması’ndaki ilkelere aykırı” açıklaması geldi.
Emperyalist hesaplara karşı…
Karmaşık faktörleri, çok sayıda bileşeni ve karşıt çıkarları içeren böylesi bir tabloda emperyalist merkezlerin veya bölgenin gerici devletlerinin hesaplarının/planlarının tutması elbette kolay değil. Halihazırda net olan, her birinin Suriye pastasından pay kapmak uğruna halkların geleceğiyle pervasızca oynamayı sürdürecekleri gerçeğidir. İşçi ve emekçi kitlelerin, bölgenin kardeş halklarının kaderi ve geleceği, dolayısıyla birbirleriyle ilişkileri emperyalist siyaset arenasında, kanlı çıkarlara dayalı pazarlık masalarında belirlenmeye çalışılmaktadır. Zira bölge halkları arasında, henüz emperyalistlerin ve gerici odakların hesaplarını tümden bozacak devrimci bir inisiyatif ortaya çıkmış değildir.
Bu açıdan en büyük potansiyellerden birini Türkiye toprakları barındırıyor. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin en başta güncel yakıcı sorunları üzerinden mücadele sahnesine çıkmaları dahi bölge halklarına soluk aldıracak bir gelişme olacaktır. Başında AKP-Erdoğan iktidarının bulunduğu sermaye devletinin başta Kürt halkı olmak üzere kardeş halklara karşı düşmanca hesaplarını, Suriye pastasından pay kapma hevesini, Libya, Sudan, Yemen vb. gibi kriz ve savaş ülkelerindeki kanlı faaliyetlerini işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi durdurabilir.
Öte yandan işçi ve emekçiler AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından kıstırıldıkları cendereyi parçalamak, ekonomik-sosyal bedeller ödemekten kurtulmak, siyasal, kültürel, ahlaki çürümeden çıkmak, doğanın ve çevrenin yağmasını engellemek istiyorlarsa, her defasında gerici-faşist iktidarın hamaset edebiyatıyla coşmaktan, şovenizm zehrini şevkle içmekten vazgeçmek zorundalar. AKP-Erdoğan rejiminin, dolayısıyla sermaye devletinin Suriye’deki rolü, emperyalistlerden daha az kirli ve kanlı değildir. Halihazırda Kuzeybatı Suriye topraklarındaki işgalinin, İdlib’de çetelere kol kanat germesinin ve son olarak Fırat’ın doğusunu işgal hevesinin hiçbir haklı, meşru, ahlaki temeli yoktur. Dolayısıyla AKP-Erdoğan iktidarının saldırganlığına çanak tutmak, başta Suriyeliler ve Kürtler olmak üzere başka halklara karşı işlenen suçlara alenen ortak olmaktır.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri yaşam ve çalışma koşullarının günden güne ağırlaşması, sefaletin yaygınlaşması, gerici-faşist zorbalığın toplumu çürütmeyi rahatça sürdürebilmesi vb. üzerinden bir bakıma bu tarihsel suçların bedelini ödüyorlar. Buna son verebilecek devrimci sınıf mücadelesini geliştirmenin gereklerinden biri de “Tüm emperyalistler ve işbirlikçileri Suriye’den ve Ortadoğu’dan defolun!”, “Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği!” şiarlarını yükseltmektir.