Liberal teranelerin güncel tehlikeleri

Son dönemlerde egemen olan liberal dil mücadele alanlarında da sıkça karşımıza çıkmaya başladı. Dümeninde AKP-MHP ikilisinin bulunduğu sermaye düzeninin baskıcı atmosferinde “muhalif” olduğu için aynı cephede görülen bazılarının söylemlerinin safları nasıl da zehirlediğini görüyoruz.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 09 Eylül 2024
  • 19:00

Son dönemlerde egemen olan liberal dil mücadele alanlarında da sıkça karşımıza çıkmaya başladı. Dümeninde AKP-MHP ikilisinin bulunduğu sermaye düzeninin baskıcı atmosferinde “muhalif” olduğu için aynı cephede görülen bazılarının söylemlerinin safları nasıl da zehirlediğini görüyoruz. İşçi ve emekçiler arasında da yayılan bu zehre karşı direnç göstermek bizim görevimiz. Çünkü daralan mücadele alanında kaçınılmaz olarak bu tarz fikirler etkili oluyor. “Bu söylem kitlelerde daha kabul görüyor” mantığı işliyor. Bundan dolayı sistemin maskesini düşürmek kadar “muhalif” görünen sömürücü sınıfların işbirlikçilerini teşhir etmek de önem taşıyor.

***

TİP'ten Hatay Milletvekili seçilen Can Atalay yasa-hukuk, kural tanımayan AKP-MHP rejimi tarafından hala zindanda tutuluyor. Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) tahliyesi yönünde karar alması üzerine meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı. Can Atalay'ın vekillik hakkı ve AYM “krizi” üzerine çokça yazıldığı için buna eklenecek pek bir şey bulunmuyor. Ancak olaya farklı bir açıdan bakmak, “fark ettirmeden” bize dayatılanı görmek bakımından önemlidir.

İktidarın keyfi zorbalığına karşı olan herkesin Can Atalay'ın serbest bırakılmasını istemesi doğaldır. Farklı amaçlarla dile getirilse de bu talep bizzat AKP'nin içinden bile gelebiliyor. Son olarak Tuğrul Türkeş'in Osman Kavala’yı ziyareti çıkışında ifade ettiklerinde(1) de görüldüğü üzere bu bir istisna da değil. Hatta bundan heveslenen kimi burjuva demokratları “normalleşme” hayallerini besliyorlar. Öyle ki Odatv gibi (güya AKP karşıtı) bir alanda Can Atalay'ın bırakılacağını sanıp okurlarından özür dileyeni(2) bile var. AKP içindekiler bunu “Erdoğan'ın çevresi kötü” gibi absürt bir diskura dayandırırken, düzen soluysa “Erdoğan'ın körlüğüne” indirgiyor. İki uçtan liberallerin söylemi “muhaliflik” diye pazarlandığı için örnek olarak alıyoruz.

Erdoğan ekonomist değil elbette, ancak Türk sermaye devletini bugün yönetenlerin de salt Erdoğan'ın şahsi fikri/keyfine göre yol aldığını düşünmek de abestir. Onlar kendilerince bir yol haritası çizmiş, saltanatlarını ve çıkarlarını bu yolla koruyacaklarını var sayarak hareket ediyorlar. Kaldı ki belki de cumhuriyet tarihinin en büyük yoksullaşması yaşanırken birilerinin servetinin katlandığını biliyorsak, bunun için “bedel” ödemeyi göze aldıklarını da biliriz. Onlar için bir beis yok. Düzen solu bunu okuyamadığı yerde iktidarın “hata” yaptığını iddia ederek tartışıyor. Bayraktar kardeşleri vergi rekortmeni yapan sistemde, doların fırlamasının bir olumsuz etkisi görünmüyor.

Biz elbette düzenin ulusalcı solcularının sözlerine değer biçmiyoruz, ama Tuğrul Türkeş'ten Odatv'ye uzanan ve sistematik olarak empoze edilen bir görüş var ki bu, işçi ve emekçilerde yanılsama yaratabilecek mahiyettedir. İktidarın “siyasi rehin” olarak tuttuğu Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala vb. isimler için yürütülen tartışmalarda “özgürlük olmayan yerde ekonomi iyileşmez” argümanı öne çıkartılıyor. Emperyalist merkezlerdeki tekellerin, sıcak parayla oynayan tefeci/para simsarı kapitalistlerin gelmesi için bu kişilerin bırakılması gerektiğine dair safsatalar “özgürlük ve demokrasi” söylemi diye sunuluyor. Buna göre, “ekonomik iyileşme için rehinlerin serbest bırakılması gerekiyor”. Seçim öncesinde Kılıçdaroğlu'nun gerçekleştirdiği İngiltere gezisi gibi adımlar da bunların bir boyutuydu.

Burada iki temel sorunlu yaklaşım öne çıkıyor; öncelikle emperyalist merkezlerden, dünyanın dört bir yanındaki tekellerden zaten yeterince para akışı var. Türkiye faiz oranlarıyla, durmayan kur çıkışlarıyla, enflasyonla “yatırımcılar” için bir fırsat ülkesi! Onların özgürlükten yana bir dertleri ya da istemleri yok. Bu süreçte yeni fabrika yatırımlarından aktarılan kredilere vb. bunun ispatı yapılabilir. İmamoğlu gibi batı sevdalısı bir belediye başkanı milyon dolarlık kredileri rahatlıkla buluyor, sadece Erdoğan'ın imzasına takılıyor. Yani para verme konusunda ülkedeki duruma takılan yok. Onların derdi özgürlükler değil sadece “istikrardır”. Erdoğan'ın da seçimi kazanmasının ardından onlar için asgari istikrar sağlandığı yerde Avrupa devletlerinin bile tutum değiştirdiğini biliyoruz.

Elbette “rehin tutulanlar ve rejim tarafından zindanlara kapatılan muhalifler serbest bırakılsın” talebi haklı ve meşrudur. Ancak Erdoğan Atalay'ı da Kavala'yı da serbest bıraktırırsa Türkiye’de özgürlükler mi artacak? Her hak arayışının karşısında polisi-askeri diken, OHAL’e dayanarak grevleri yasaklamakla övünenlerin, madenler için ÇED'i yok sayanların özgürlük ve adalet için yapması gereken asgari görevler bile saymakla bitmez.

Bu argümanı savunanlar, işçi sınıfının örgütlenme hakkını sınırlayan, kadınların kürtaj hakkına göz diken, üniversiteleri ÖGB/polis eliyle eylemsiz alana çeviren sermaye iktidarının birkaç kişiyi serbest bırakarak “özgürlük” resmi çizmesine alkış tutacaklardır. Zira onlar için görüntüyü kurtarmak yeterli. Arka planda devam eden sömürü çarklarına itirazları yok. Kendilerini güvende hissettirecek kadar “özgürlük” olması yeterli. Bizim talep ettiğimiz özgürlükler ise onların ufkunu aşmakla kalmıyor ayrıca tersten korkularını büyütüyor.

Bu söylemin ikinci sakat yanıysa “özgürlükler iyileşmeden ekonomi iyileşmez” mantığının ters kurulmasıdır. Yani zaten ekonomi çöktüğü için özgürlükleri kısmaktan başka yol kalmamıştır. AKP'nin ilk hükümet kurduğu dönemlerde daha “demokrat” bir maske taktığını herkes biliyor. 1 Mayıs'ı resmi tatil ilan eden, AB uyum paketindeki demokratik hakları yasalaştıran, liberalleri peşine takıp “yetmez ama evet” dedirten de AKP idi.

Ne zamanki ekonomide sürdürülebilir güçlerini kaybettiler daha saldırgan, yasa/kural tanımayan bir politikaya yöneldiler. Ellerinde farklı imkanlar olsaydı papaz rolünü oynayarak demokrasi maskesini suratlarında tutmak isterlerdi. Bugün emperyalist krizin doğal sonucu olarak tüm dünyada polis devleti yasalarının yaygınlaştırılması, Fransa-Almanya gibi ülkelerde eylemlere yönelik polis şiddetinin artırılması bundan bağımsız değildir. Bu zorbalık, yükselen enflasyon ve alım gücündeki erimeyle oluşabilecek toplumsal tepkiye karşı sistemin kendini koruma refleksidir.

Liberallerin soldaki sözcüleri!

Başta da belirttiğimiz gibi ne AKP içindekilerin ne ulusalcıların kaile alınması gerekir. Ancak bu yaklaşım solda yer alan kimileri tarafından da dillendirilince toplumsal kabulü başka bir boyut kazanıyor. İşte bu noktada parlamenterist/popülist çizgisiyle bu alana dahil olan TİP başı çekiyor. Atalay oturumunda saldırıya maruz kalmasının ardından Ahmet Şık'ın yaptığı açıklamada, Tuğrul Türkeş'e alan açan pası ibretliktir. Türkeş'in “teşekkürü hak ettiğini” vurgulayarak söze başlayan Şık, Türkeş'in görevi nedeniyle mecliste olmamasından dolayı AKP'lilerin yaptıklarını “göremediğini” düşünecek kadar naif bir yerden yaklaşıyor olaya. Tartışmayı, karşılıklı ithamlardan yola çıkarak hakaret etme/etmeme temeline indirgiyor. Numan Kurtulmuş'un “Gezi davası olmamalıydı” sözünü bayraklaştırıyor.

Ardından sözü CHP lideri Özgür Özel'e getiren Şık, oradan “tüm muhalefet” tanımıyla AKP-MHP dışındaki tüm partilerin ortak tavır alması gerektiği noktasına vardırıyor.  

Oysa sermaye düzeni saflarında farklı roller oynayanlara verilecek cevap bellidir. Ne AKP içindeki Türkeş, Kurtulmuş gibilerine ne de CHP-İYİ parti gibilerine prim vererek bir yere varılabilir. Bu yaklaşım, bir sonraki seçim sathında yeniden “eleştirini yüreğine bas, oyunu düzen partilerine ver” mantığının şimdiden yolunu döşemeye yarar.

Şimdi konumuzun özüne dönecek olursak, bu kadar aleni olanın nasıl da tersyüz edilerek kitlelerde etkin kılındığını doğru okumalıyız. Şimdi çoktan unutulup geride kalsa dahi yeniden karşımıza sürülme potansiyeli olan “6'lı masa” türünden “kurtarıcı” hikayeler Tuğrul Türkeş'in ifadelerinden bağımsız değil. Yarın yeni örneklerini göreceğimizden de şüphe duymamak gerekir. Önemli olan bugün sıkışmışlık hissiyle bir rahatlama arayışındaki düzen güçleri ile bunalmış kitlelerin geçici nefes alma çabası arasında kaybolmamaktır. Biz çürümüş düzenin teşhirine yüklenerek bize dayatılan sınırlardaki ‘özgürlükleri’ reddetmeliyiz. Gerçek özgürlüklerin mücadele etmeden kazanılamayacağı gerçeğini öne çıkartmalı, bu liberal tayfanın ipliğini pazara çıkarmalıyız.

Onlar kendi gelecekleri adına tereddüte düşüyor. Zira varlıklarını sürdürebilmeleri mevcut sömürü çarklarının dengeli dönmesine bağlı. Bundan dolayı düzene muhalefetleri, kapitalizmin çarkları arasında ezilenlerin isyanına karşı bir sigortadır. Yarın işçi sınıfı ayağa kalktığında ne kan emicilerin tek adam iktidarı ne de bu söylemlerle toplumu uyutanların esamisi kalır. O günün gelmesi için ise bugünden karanlığın içindeki bir ışık gibi çıkıp gerçekte neyin ne olduğunu göstermeliyiz.

(1)Bu fazla faiz milli bütçene yüktür. Bundan kurtulmamız lazım. Yargılamaları makul seviyeye getirip, hukuku düzeltirseniz ekonomi de düzelir. Türkiye'ye ciddi anlamda bir para akışı sağlayamıyoruz Batı'dan. Yatırımcı getiremiyoruz. Yatırımcılar paralarını bir yere yatırmak istiyorlar. Finansları var, kaynakları var. Sen bunları getiremiyorsun. Niye? Uzun yargılama sürelerinden.

Tuğrul Türkeş'in Gazete Duvar röportajından

***

(2)Ve ben bu karardan sonra ilk kez bu kadar korktum… Hem tek bir kişinin bu kadar gözü kara oluşu, hem de ekonomi bu kadar olumsuzken AK Partililerin çıkıp da o bir kişiyi ikna etmemesi beni çok korkuttu…

(Hürrem Elmasçı, "Can Atalay çıkacak" dedim... Nerede hata yaptım? İki günde ne değişti. Odatv)