AKP-Erdoğan iktidarı, henüz kendisini zorlayacak bir sınıf hareketiyle karşılaşmadığı halde, hiç olmadığı kadar sancılı bir dönemini yaşıyor. Varlık nedenleri gerici-faşist cephenin borazanlığı olan medya kuvvetleri neredeyse her hafta yeni bir konu üzerinden dalaşıp duruyorlar. Muhafazakar olarak kodlanan fakat gerçekte harcı aldatma, hırsızlık, yolsuzluk ve riyakarlıkla karılmış bu çıkar cephesi içindeki “muhalif” sıfatlıları sürekli ateş altında tutmak, Tayyip Erdoğan’a tapanların başlıca işi haline gelmiş durumda.
Özellikle son yerel seçimler, hele de İstanbul seçimi, Erdoğan’ın gerici cephe içindeki tılsımını gerçekten bozmuş görünüyor. Deyim yerindeyse AKP-Erdoğan iktidarının çözülme süreci başlamış bulunuyor. Din ve inanç sömürücüsü cephe saflarında bir “fitne fesat” çığırtkanlığı almış başını gidiyor. Tayyip Erdoğan tarafından harcanmış olanlar daha sert konuşuyor, hâlâ Tayyipçi geçinenler ise daha sık ve daha rahat itirazlar yükseltiyorlar. Yandaş anket şirketleri dahi AKP’nin oy kaybediyor olduğuna dair sonuçlar paylaşıyorlar. Erdoğan’la suç kardeşliği tescilli iki “muhalif”in iki ayrı parti kurma hazırlıklarında sona gelindiği söyleniyor. Şimdiden 4 yıl sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair hesaplar, manevralar yapılıyor. Kimileri de bir iki ay içinde HDP’yi baraj altında bırakma hesaplarına dayalı baskın seçim olasılığından söz ediyor.
Bir yanılsamaya kapılmamak için, “çözülme” sürecinin henüz sadece başlamış olduğunu, düzen muhalefetinin iktidar blokundaki gelişmelerin peşinde sürüklenmek, hatta yer yer AKP-Erdoğan iktidarının değirmenine su taşımak dışında bir işlevinin olmadığını unutmamak gerek. Bugün Türkiye’de “politikaya ilgisizlik” denilen burjuva politikasının kölesi olmakla övünen herhangi biri dahi “Tayyip kendiliğinden gitmez!” sözünü ezberden söyler. Neticede bu, 17 yıllık deneyimin toplumsal hafızaya işlediği bir gerçektir.
Düzen sınırı içinde ve sermayenin sınıf çıkarları üzerinden bakıldığında, son bir yılın ağır kriz koşullarında herhangi bir burjuva hükümetin her şeye rağmen gücünü koruması kolay değildir. Son bir yıla geleneksel partileri sandığa gömen 2000-2001 krizinden daha beter bir ekonomik kriz atağının damga vurduğu; AKP-Erdoğan iktidarı 17 yılın kirini “pasını” taşıdığı, toplumun yarısının gerçek anlamda nefretini kazandığı halde ayakta kalabilmeyi, her şeyden önce işçi sınıfını ve emekçi kitleleri denetleyebilmeye borçludur. Bu işte geçmişteki partilerle kıyaslanamaz olanak ve güçlere hükmediyor. Yargısından kolluk güçlerine, medyasından sendikal bürokrasi şebekesine, devasa ölçülerde palazlandırdığı sermayesinden her alanda ve kademede devlet bürokrasisine tüm düzen güçleri diktatörün emri altındadır. Düzen içi taraflaşma (“dikey yarılma”) sayesinde toplumun önemli bir kesimini, kirli çıkar ilişkileri üzerinden kendi tabanını; din istismarıyla, yalanlarla, hamasetle geniş yığınları, ahlaki ve kültürel çürütme sayesinde emekçilerin bir kısmını; baskı, zorbalık ve korku atmosferiyle karşıtlarını zapturapt altında tutabilmektedir.
Fakat gelinen yerde, iktidar ortağı MHP ile birlikte AKP-Erdoğan rejiminin işi artık kolay değil. Şimdilik Fırat’ın doğusu üzerinden ABD ile yaşadığı gerilime rağmen bir yandan oyalamaca olduğunu söylediği “güvenli bölge” manevrasıyla prim yapabiliyor. İdlib batağına saplanıp kalmışken, üstelik ayrı tellerden çaldıkları halde Rusya ve İran’la sahada söz sahibi olduğu pozu verebiliyor. Doğu Akdeniz’de dışlanıp yalnızlığa itilmesine, üstelik emperyalist efendilerinin şamarlarına maruz kalmasına rağmen “mağrur devlet” efelenmelerini sahneleyebiliyor. İsrail’le kirli ilişkilerine karşın Filistin konusundaki riyakar hamaseti sergilemek için bulduğu hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Kürt halkına ve hareketine karşı üç cephedeki yoğun saldırılarını kesintisiz bir şekilde sürdürüp, hem şovenizmi besliyor hem de siyaseten önünde önemli bir engel olarak gördüğü HDP’nin belini kırarak kendi bekasını güvenceye almaya çalışabiliyor.
Gerçekte her bakımdan çözümsüzlüğün ve açmazın ifadesi olan bu siyaset, işçi ve emekçi kitleleri, hatta bizzat gerici-faşist iktidar blokunun oy deposu olan kesimleri ancak bir yere kadar oyalayabilir. Ağır ekonomik krize rejim krizinin, düzen siyasetine ve devlet kurumlarına güvensizliğin, yanı sıra düzen partilerinde bunalımların eşlik ettiği bir dönemdeyiz. İktidarın elinde toplanan ve emrine amade olan tüm olanak ve güçlere karşın baskı ve zorbalık dışında işe yarar herhangi bir yönetme enstrümanı kalmış değil. İktidar payına bununla, geçtik 2071’leri, 2023’ü görmek bile mucize olur.
İşçi sınıfı ve emekçi kitleler halihazırda dış politikadaki iflaslardan da beslenen ekonomik krizin ağır faturalarını ödemeye devam ediyorlar. Bu fatura sadece enflasyonun tırmanması, temel tüketim kalemlerine zam üstüne zam yapılması, çalışanlar üzerindeki vergi yükünün ağırlaştırılması, ücretlerin erimesi, dolayısıyla alım gücünün düşmesi, işten atmaların süreklileşmesi, işsiz sayısının görülmedik oranda artması, çalışma koşullarının ağırlaşması, sefaletin derinleşmesi vb.nden ibaret de değil. Yanı sıra örneğin ihale şampiyonluğuyla semirmiş yandaş sermaye gruplarının 46 milyar lirayı aşkın zararı da bankalar üzerinden işçi ve emekçilere ödettirilmek isteniyor. IMF ile gizli görüşmeler yapılıp, emekçilere yönelik daha beter saldırılar planlanıyor. IMF anlaşması demek, eğitim, sağlık, ulaşım, kamusal hizmet gibi tüm alanların daha fahiş hale getirilmesi, doğal zenginliklerin ve çevrenin daha fazla talana açılması vb. demektir. Kıdem tazminatının gaspı, emeklilik hakkının tümden kuşa çevrilmesi gibi planların hızla hayata geçirilmesi demektir.
Sermayenin gerici-faşist iktidarının bu saldırılarında başarılı olup olamayacağını işçi sınıfı ve emekçilerin tutumu belirleyecektir. AKP-Erdoğan iktidarının gözünü karartacağına şüphe yoktur. Zira kamu işçilerinin TİS’leri en kaba biçimde satışla sonuçlandığı, üstüne Türk-İş Başkanı’nın yüzsüzlüğü günlerce ekranlardan/sayfalardan sırıttığı halde sınıf cephesinden kayda değer bir tepki ortaya çıkmadı. Keza milyonlarca kamu emekçisinin toplu sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından hükümetin önerdiğinin dahi altında bir sefalet zammıyla bağıtlanabildi.
Sırada sınıfın ağırlık merkezini oluşturan metal işçilerinin Grup TİS’leri var. Sermayenin ve gerici-faşist iktidarın bu süreçteki yeni bir başarısı, topyekûn saldırma cüretini bileyecektir. Tersinden, metal işçilerinin yeni bir satışa izin vermemek üzere ayağa kalkmaları ise genel bir sınıf mücadelesinin fitilini ateşlemeye, toplumun farklı kesimlerindeki öfke birikimini de bu mücadele ekseninde güce dönüştürmeye adaydır. Kesin olan şudur ki, düzen cephesi de dahil günümüz Türkiye’sindeki gidişat da yarınlar da sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır.