İnsanlığın var oluş mücadelesinde doğaya pek çok zarar verilmiş, bunlar çoğu zaman hayatta kalmak amacıyla vuku bulmuştur. Kapitalist sistemde ise doğaya yönelik faaliyetler ile onun yarattığı yıkımın mahiyeti değişmiştir. Artık hayatta kalmak için değil daha fazla kâr elde edebilmek için, hegemonya mücadelesinde öne geçebilmek için vb. doğa tahrip edilmektedir. Bilinçli bir biçimde gerçekleştirilen yıkım ve talanın sonuçları her geçen gün ağırlaşmaktadır.
Doğayı ve insan sağlığını hiçe sayan projeler kapitalist sistemde olağandır ve faturası oldukça ağırdır. Fukuşima Nükleer Santrali’nde yaşanan kaza bunlardan yalnızca biridir.
Fukuşima Nükleer Santrali’nde “kaza”
11 Mart 2011’de Japonya’da Honşu adası açıklarında meydana gelen 9,0 büyüklüğündeki deprem ve ardından şehrin tamamını vuran tsunami tek felaket değildi. Japonya ve tüm dünya öngörülebilir ve önlenebilir bir “felaket” ile karşı karşıya kaldı, Çernobil’den sonraki en büyük nükleer felaket yaşandı. Reaktörlerin soğutulması için deniz suyunun kullanılması sebebiyle deniz kenarına kurulan nükleer santrale elektrik sağlayan jeneratörler dev dalgalara dayanamayarak büyük hasar aldı. Nükleer çekirdekleri soğutması gereken bu jeneratörler devre dışı kaldı. Reaktörlerin aşırı ısınmasıyla çekirdekler eridi ve patlamalar gerçekleşti. Bu kazada çevreye yayılan radyoaktif madde miktarı bilinmiyor. Bugüne değin bu seviyede tanımlanan iki nükleer kaza bulunuyor: Çernobil ve Fukuşima.
Fukuşima’nın sonuçları
Kazaya ilk müdahale eden yaklaşık 400 kişi yüksek doz radyasyona maruz kaldı. Kaza sonrası ölçüm yapan bir santral çalışanı hayatını kaybetti. Dört santral çalışanı kanser oldu. Bölgede yaşayan çocukların %44’ünde tiroit anormallikleri tespit edildi.
Soğutma için kullanılan suyun yeraltı sularına karışması nedeniyle bir milyon tondan fazla radyoaktif atık su oluştu. Santrali işleten Tokyo Electric Company 2022’ye kadar bu suları depolamak için kullanılan bin tankta yer kalmayacağını açıkladı. Radyoaktif atık su sorununa ilişkin çözüm önerileri arasında, atık suyu buharlaştırmak, suyu seyrelterek okyanusa bırakmak gibi doğaya zarar veren “çözümler” bulunuyor.
Kazadan altı yıl sonra robotlar aracılığıyla sürdürülen temizleme çalışmalarında okyanusta eriyen nükleer yakıtların katılaşması sonucu lav görünümlü taşlar tespit edildi.
Felaketin ardından yaklaşık 200 bin kişi göç etmek zorunda kaldı. Yıllar sonra hükümetin “tehlike geçti” söylemleri sonucu çoğu yaşlı 166 bin kişinin geri döndüğü tahmin ediliyor. Tarım ve balıkçılıkla geçinen bölge insanının gelir kaynakları ellerinden alınmış durumda.
Nükleer enerji güvenli değil!
Nükleer enerjinin doğa ve insan sağlığına zararı olmadığı, fosil yakıtların daha çok zarar verdiği yönünde aktif propaganda yapılıyor. Nükleer santral göletlerinde balık avlama partileri, santral gezme turizmi gibi etkinlikler basına yansıtılıyor. Ancak yaşanan felaketlerin sonuçları orta yerde duruyor. Kaza sayısı az olsa da tahribatın çok büyük olduğu biliniyor. Uzmanlar, sadece kazaların değil, elektrik üretimi sonrasında ortaya çıkan nükleer atıkların da çok tehlikeli olduğunu vurguluyorlar. Bu atıkların imha edilmesi mümkün olmadığı için depolanması gerekiyor. Yüksek seviyeli bazı atıkların 250 bin yıl, orta dereceli atıkların 100 yıl boyunca radyasyon yaymaya devam edeceği belirtiliyor.
Nükleer santralların bulunduğu çevrede yaşayanlarda kanser vakalarında yüzde 400’lük artış görüldüğünü, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar ve yaygın lösemi gözlendiğini pek çok araştırma ortaya koymuş bulunuyor.
Nükleer enerjiyi ısrarla savunmanın gerisinde ne yatıyor? Petrolün %92’si, doğalgazın %98’ini ithal eden Türkiye’nin bu bağımlılığını ortadan kaldırmak için nükleer enerji savunuluyor. Yenilenebilir enerji üretiminin maliyetli olduğu, geniş toprakları “işgal edeceği” söyleniyor. Akkuyu Nükleer Santralinin 20 milyar dolar maliyetinde olduğu ancak aynı verimi almak için rüzgâr santrallerinin 55 milyar dolar, güneş santrallerinin ise 76 milyar dolara mal olacağı ifade ediliyor. Yani doğa ve insan sağlığı kâr hırsına kurban ediliyor.
Akkuyu Nükleer Güç Santrali...
Türkiye’nin nükleer enerji serüveni yeni değil. 1956’da Başbakanlık’a bağlı Atom Enerjisi Komisyonu kuruldu. Nükleer santrallarla ilgili ilk etütler 1967-70 yılları arasında yapıldı. Nükleer santrallerin kurulabileceği yerler olarak; Mersin-Akkuyu, Sinop-İnceburun ve Kırklareli-İğneada sahaları belirlendi. Akkuyu için yer lisansı ‘76 yılında verildi.
Nükleer santral çalışmaları AKP döneminde hız kazandı. Akkuyu için Ruslarla anlaşan Erdoğan, Sinop’ta kurulması planlanan santral için ise Japonlarla işbirliği yapıyor.
Tüm tartışmalara ve inşaat sürecinde yaşanan sorunlara rağmen Akkuyu Nükleer Güç Santralinin yapımı sürüyor. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan ve Putin, Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin üçüncü ünitesinin temel atma törenine video konferans ile katıldılar. 2010 yılında yapılan anlaşmaya göre, santralin işletmesi 20 yıl boyunca Rusya Nükleer Atom Kurumu Rosatom’da olacak. 20 yılın ardından santralin hisselerinin %51’i Rosatom’da kalacak. Geriye kalan hisseler satılabilecek. Yapımından işletmesine ve satışına kadar AKP’ye ve yandaş sermayeye büyük bir rant sağlayacak bu projenin radyoaktif atıkları ise Türkiye’de depolanacak. 2023 yılında ilk reaktörün devreye girmesi öngörülüyor. Santralin tam kapasite çalışması ise 2026 yılını bulacak.
Güvenli bir gelecek, sağlıklı bir yaşam için!
Gelecekte nükleer enerjinin doğaya ve insan sağlığına zarar vermeyen bir kullanımının mümkün olup olamayacağını bilmiyoruz. Ancak kârı değil insanı temel alan bir toplumsal sistemde bunun yanıtı verilebilecektir.
Kapitalizmde ise nükleer enerjide ısrar etmek talan, yıkım ve ölüm projelerine onay vermektir. Nükleer felaketler bunun somut örneğidir. Güvenli bir gelecek ve sağlıklı bir yaşam için yapılması gereken, kapitalizmi kâr hırsı ile beraber tarihin çöplüğüne yollamaktır. Zira nükleer enerjinin insanlığın çıkarlarına aykırı kullanımı bu kokuşmuş sistemin doğasından kaynaklanmaktadır.
Doğanın çağrısı nettir: Yaşanabilir bir dünya için sosyalizm!
Z. Kaya