Japonya’da 2011 yılında meydana gelen deprem ve tsunami sonrası Fukuşima Dai-içi Nükleer Güç Santrali’nde insanlık tarihinin en büyük nükleer felaketlerinden biri yaşandı. Bölge tahliye edildi ancak felaketin ölümcül etkileri hala devam ediyor. O günden bu yana radyoaktif özellikli işlenmiş su santralde biriktirildi. 2019 yılında Japonya hükümeti ve santrali işleten Tokyo Elektrik Güç Şirketi (TEPCO), radyasyonlu suyu depolama alanı kalmadığı gerekçesiyle Pasifik Okyanusu’na salma kararı aldı. Karara halk ve uluslararası çevre örgütlerinin yanı sıra bazı devletler de karşı çıktı. Emperyalist dünyadaki hegemonya ilişkilerinin ve kamplaşmanın doğrudan yansıdığı biçimiyle; ABD, Güney Kore ve Tayvan kararı desteklerken, Çin ve Pasifik'teki ada ülkeleri itiraz etti. Japonya Başbakanı Fumio Kishida kameralar karşısında deniz ürünleri yiyerek itirazları susturmaya çalıştı.
Ardından, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) tarafından biriktirilen ve nükleer kirlilikten temizlendiği belirtilen suyun okyanusa bırakılmasıyla ilgili inceleme raporu hazırlandı. IAEA, suyun bazı ölümcül kimyasallar içerse de bunların işlemlerden geçirilerek seyreltilebileceğini ve tahliyesinin güvenlik standartlarına uygun olduğunu öne sürdü. Bilim insanları ise atık suyun içeriğindeki radyoaktif trityum maddesini ayrıştıracak bir teknoloji olmadığını ve su arıtılsa bile insan sağlığına, aynı zamanda gezegene ölümcül etkilerinin süreceğini belirtiyor.
Tüm itirazlara rağmen atık su, 2023 yılının ağustos ayında Pasifik Okyanusu’na salınmaya başlandı ve geçtiğimiz haftalarda 5’inci evreye gelindi.
Atık sudan kurtulmanın başka yolu yok mu?
Konunun uzmanları atık suyun katılaştırılıp inşaat malzemesine dönüştürülmesi, içeriğindeki bazı kimyasalların buharlaştırılması veya uzun vadede ilave depolama yapılarak atıktan daha az zararla kurtulmanın mümkün olduğunu belirtiyor. Bilim insanları farklı yöntemleri savunsa da her durumda suyun içeriğindeki zehrin insan sağlığına uzun süreli zararları olacağı konusunda hemfikirler. Ek olarak, bu yöntemler denize boşaltılmasından daha pahalı. Vahşi kapitalizm mantığıyla hareket eden Japonya hükümeti ve TEPCO, bunun yerine basit bir arıtma tesisi kurarak, birtakım kurumlara “güvenlidir” raporları hazırlatarak ya da kameralar önünde deniz ürünleri yiyerek zehirli suyu okyanusa bırakmayı ve canlı yaşamına telafisi olmayan zararlar vermeyi tercih ediyor.
Pasifik Okyanusu’na bırakılan atık suyun 10 yıl gibi bir süre içinde Marmara, Akdeniz, Ege ve Karadeniz de dahil olmak üzere tüm dünya denizlerine yayılması ön görülüyor. Bununla birlikte kanser hastalıklarında, DNA bozulmalarında, düşük vakalarında ve çok sayıda hastalıkta artış yaşanacağı belirtiliyor. Deniz suyunun buharlaşmasıyla ekosisteme karışacak olan radyasyon atığı gezegene büyük zararlar verecek.
Nükleer santraller şart mı?
Kârı değil insanı ve doğayı esas alan bir düzen hüküm sürdüğünde enerjiyi sağlamanın da temiz yolları tercih edilecektir. Sermayenin egemen olduğu günümüz dünyasında ise enerji hâlâ en yaygın şekilde petrol, kömür, doğalgaz gibi fosil yakıtlardan ve nükleer santrallerden sağlanıyor. Nükleer santraller yapımı ve üretime geçtiği sürecin yanı sıra, kapatılmasının ardından bile büyük bir ekolojik yıkıma sebep oluyor. Santrallerin çıkardığı atıklar iki yüz elli bin yıl boyunca radyasyon yaymayı sürdürüyor. Nükleer enerjinin çözümlenememiş atık sorunu ve aşırı maliyetli süreçlerinin yanı sıra; yakıt çevrimi içinde değerlendirildiğinde güneş enerjisine göre altı, rüzgâr enerjisine göre de atmosfere üç kat daha yüksek karbon saldığı bilimsel olarak ispatlanmıştır.
Emperyalist savaşlar, bölgesel çatışmalar ve hegemonya ilişkilerinin yön verdiği birtakım tartışmalar, bazı kapitalist devletleri daha “temiz” enerji kaynaklarına yöneltse de enerji ihtiyacı hâlâ büyük oranda nükleer santrallerden sağlanıyor. Çünkü nükleer alanı, aslında bir enerji kaynağından ziyade nükleer endüstrinin bir ürünüdür ve esas amacı nükleer silah üretimine ya da nükleer teknolojilerin geliştirilmesine yöneliktir.
Bu nedenle savaşların ardından derinleşen enerji krizi, yaşam alanlarının tahribatı ve emperyalistler arası çelişkili ilişkiler, alternatif enerji tartışmalarını sürekli gündemde tutmasına rağmen, kapitalist devletler nükleer enerjide ısrar ediyor. Ukrayna savaşının kızıştırdığı enerji krizinin AB ülkelerinde “temiz enerji” arayışlarını gündeme getirmesi ancak somut bir adım atılmaması bu durumun son örneğidir.
Nükleer enerjiyi kendileri kullanmakla yetinmeyen emperyalist ülkeler, Türkiye gibi ülkelerde santraller inşa ederek yeni felaketlere zemin hazırlıyorlar. Yaşanan felaketlerin sonuçları önümüzdeki yüzlerce yıl boyunca insanlığın başına bela olacağı açıkken, kapitalist düzenin çıkarları gözetilerek atılan her yeni adım sorunu derinleştirerek insan soyunun geleceğini riske atıyor.
Yaşamak için sosyalizm!
Nükleer enerji santralleri, inşasından faaliyetinin durdurulmasına ve sonrasına değin devam eden bir ekolojik yıkım ve ölüm zinciri demektir. Kapitalizmin kâra dayalı işleyişi, doğayla uyumlu ve gerçek anlamıyla temiz enerji elde etmenin önündeki en temel engeldir. Zehirli atıklara maruz kalmadan sağlıklı yaşamanın, doğayı ve canlı yaşamı korumanın yolu, bu kokuşmuş düzeni tarihin çöplüğüne atıp, insanla doğanın uyumuna dayalı sınıfsız, sömürüsüz sosyalist bir dünya kurmaktan geçiyor.