7 Haziran 2015 seçimlerinde hezimete uğrayan dinci-faşist iktidar, o tarihten bu yana ‘uzatmalar’ı oynuyor. Toplumsal meşruiyetini yitirdiği için elinde kalan hırsızlık, riyakarlık, zorbalık, ayak oyunları, tehdit, şantaj, savaş, katliam gibi kirli araçlarla iş görüyor. Yaklaşık beş yıldır bu araçlara endeksli olan iktidar, “uzatmaları uzatma” hamlelerinde fiyasko üzerine fiyasko yaşıyor.
İçeride meşruiyet krizi derinleşirken, dış politikada utanç verici hallere düşen rejimin başı T. Erdoğan’la müritleri, attıkları her adımla bataklığa daha çok saplanıyorlar. İdlib konusunda akla ziyan vaazlar/tehditler savururken, Moskova kapılarında utanç verici duruma düşürülmeyi sineye çekmek zorunda kaldılar. Alçaltıcı muamelelere layık görülmelerinin bir nedeni İdlib’de cihatçılarla pervasızca suç ortaklığı yapmalarıysa diğeri de sözünü tutmayan, güvenilmez, dün ak dediğine bugün kara diyebilen tutarlılıktan yoksun icraatlarıyla kendi saygınlıklarını beş paralık etmiş olmalarıdır.
Moskova’da kuyruğu kıstılar
Kalabalık bir heyetle Moskova’ya giden AKP şefi, günler süren uğraşın ardından Putin’den randevu alabildiği için kendini şanslı sayıyor. Ancak ziyaret öncesinde hem kendisi hem faşist partinin başı D. Bahçeli tarafından savurulan tehditleri unutup kuyruğu kısmak zorunda kaldı. Suriye’yi yakmak, Şam’a yürümek, Esad’ı devirmek gibi küstahça açıklamaları Putin’in huzuruna çıkınca yutmak zorunda kaldılar.
Suriye ordusuna Suriye topraklarından çekilmesi için ültimatom vererek Türk ordusunu savaşa süren sermayenin dikta rejimi, Moskova’da yelkenleri indirdi. “Savaşa hayır” sözünü yasaklayanlar, Moskova dönüşünde “ateşkes” imzalamaktan duydukları memnuniyeti dile getirme pişkinliği sergilediler. İşgalci-ilhakçı savaş histerisine karşı çıkanları “vatan haini” ilan edenler, her iki taraftan yüzlerce askerin ölümüne sebep olduktan sonra İdlib’deki fiili durumu kabul ettiler.
Saldırganlıktan belli ölçüde geri adım atmak zorunda kalmaları, güçlerinin sınırlarını gözler önüne serdi. Sermayenin kokuşmuş saray rejimi yıkıcı-militarist bir aygıta hükmetse de, ülke ekonomik kriz içine yuvarlanmışken, toplumsal meşruiyeti dibe doğru yol alırken, uzun süreli bir savaşı göze alamazdı. Nitekim gücü buna yetseydi, Moskova kapılarını çalmazdı. NATO’nun ayaklarına kapanması da bundandır. Dikta rejimin gücünün sınırlı olması, kuşkusuz ki halklar için hayırlıdır. Aksi halde bu yıkıcı savaşın bölgeye yayılma ihtimali yüksekti.
Brüksel’de “at pazarlığı” işe yaramadı
Zıvanadan çıkmış bir hırsla İdlib’e saldıran sermaye iktidarı ABD ordusunu, olmazsa emperyalist savaş aygıtı NATO’yu Suriye’ye karşı savaşa çekmek için çırpındı. Zira ABD’yi ya da NATO’yu savaş suçuna doğrudan ortak etmeden, Şam’a yürüme histerisinin kursaklarında kalacağını AKP şefi de müritleri de biliyordu. Yalvarıp-yakarmaları işe yaramayınca, “mülteci kozu”nu masaya sürdüler.
Mültecilerin “AB üzerine salınması” yetmeyince, tüccarlığıyla övünen AKP şefi, “at pazarlığı” kartını masaya sürdü. “Savaşa katılmadığınız için mültecileri üstünüze saldım. Kapıları kapatmamı istiyorsanız kesenin ağzını açın” talebiyle AB şeflerinin karşısına çıkan T. Erdoğan, hayal kırıklığına uğramış görünüyor. Zira mülteciler için olmasa bile kendi kirli işlerini çekip-çevirmek için paraya muhtaç. Sarayı dolduran yozlaşmış yiyici takımını beslemek, medyadaki görevlilere maaş yetiştirmek, yandaş kapitalistlere altın tepsilerde ihaleler sunmak ve savaşı finanse etmek için büyük paralar gerekiyor.
Görünen o ki, AB şefleri bu defa şantaja prim vermediler. Bu şaşırtıcı değil. Zira deprem için toplanan paralara bile el koyan AKP-saray rejimine güvenmek avanaklıkla eşdeğerdir. Yozlaşmış saltanatının bekası için komşu bir ülkeye savaş ilan eden, şantajdan medet uman, savaş mağduru insanların umutlarını istismar eden bir rejime kim, neye göre güvenip eline para sayacak? Nitekim T. Erdoğan Brüksel’de yürüttüğü “at pazarlığı”ndan eli boş döndü. Bu fiyasko, AKP şefinin şantajlarının da geri tepmeye başladığına işaret ediyor. Diğer bir ifadeyle “dünya lideri” T. Erdoğan’ın Putin nezdinde de AB şefleri nezdinde de pek bir ağırlığı kalmamış. İç politikaya malzeme olsun diye dış politikayı hoyratça kullanan rejim, bu alanda da duvara toslamaya başladı.
Çöküş korkusu saldırganlığı arttırıyor
Dış politikada yaşanan sıkışma iç politikaya da yansıyor. Toplumsal meşruiyetten yoksun olan AKP-MHP koalisyonu, kendisine biat etmeyenlere karşı kamçısını sallıyor. Bunun son örneği, gazetecileri hedef alan linç kampanyasında sergilenen pervasızlık oldu. Saray beslemesi “gazeteci” kılıklı görevliler hedef gösterirken polis evleri bastı, saray yargısı tutukladı...
Sermaye iktidarı kamçısını sallarken yaşanan bazı gelişmeler dikkat çekici. Eski AKP’li Ali Babacan partisinin kuruluşunu ilan etti. T. Erdoğan’ın açtığı bir tazminat davasına mahkeme, “cumhurbaşkanına hakaret” suçundan değil, “kişiye hakaret” gerekçesine dayanarak hüküm verdi. Burjuva muhalefet üslubunu sertleştirdi. Saldırıya uğrayanlar zorbalığa teslim olmayacaklarını ilan ediyor. Devletin içindeki klikler arasında da çatışmalar olduğu gözden kaçmıyor. Rejim, zulmün kamçısını sallayarak bu çok yönlü açmazlardan çıkabilmek için çırpınıyor.
Mücadeleye hazırlanma zamanı
Gelişmeler egemenler arası çatışmanın şiddetlenme eğiliminde olduğuna işaret ediyor. İktidarın ömrünü uzatmak için geliştirdiği icraatlar, emekçilerin sırtına yeni yükler bindiriyor. İşsizlik, yoksulluk, sefalet artarken baskılar da alabildiğine yayılıyor. Hem savaş politikası hem egemenler arası çatışma bu sorunları daha da derinleştirecek.
İşçi sınıfı ve emekçilerin sırtlarına yüklenen faturaları ödemeyi reddetmesinin tek yolu örgütlü mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Filler tepişirken “ezilen çimenler” durumuna düşmekten kurtulmanın da başka yolu yoktur. Ülkenin üstüne bir kâbus gibi çöken AKP-saray rejimine karşı mücadele ederken, düzenin diğer temsilcilerinin vaatlerine kanılmamalıdır. Zira tümü kapitalist sınıfları temsil ediyor. İşçi sınıfı ve emekçiler kendi hakları, talepleri, özlemleri, gelecekleri için “sınıfa karşı sınıf” şiarıyla mücadeleyi yükseltmelidirler.