İdlib savaşı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu 33 (son açıklamalarda 36) askerin ölümü sonrası yeni bir aşamaya sıçradı. AKP-Erdoğan iktidarının Savunma Bakanı, Suriye devletine karşı cihatçı çetelerle birlikte savaş yürüttüklerini resmen de ilan etti. İlk kez 1 Mart’taki açıklamasında “Bahar Kalkanı Harekatı” ismini kullanarak, Suriye’ye ait mevzilerin sürekli vurulduğunu, büyük kayıplar verdirildiğini söyledi. Nitekim TSK’nın 26 Şubat’taki asker kayıplarının ardından, İdlib’le ilgili neredeyse her haber, Suriye güçlerinin SİHA’larla bombalanması görüntüleri eşliğinde veriliyor. Erdoğan’ın 3 Mart’taki açıklamasında ise Suriye’nin kayıpları, “2 savaş uçağı, 2 İHA, 8 helikopter, 135 tank, 5 hava savunma sistemi, 24 zırhlı araç, 2 füze rampası, 2.557 rejim unsuru” diye sıralanıyor.
AKP-Erdoğan yönetimindeki sermaye devleti bir yandan Suriye güçlerine karşı Suriye topraklarında kirli savaşı tırmandırıyorken, bir yandan da ilk günlere göre dozu biraz azaltılmış olarak şoven histeriyi ve savaş çığırtkanlığını körüklemeyi sürdürüyor. Bu adımları, asker ölümlerinin hemen ardından mültecilerin şantaj malzemesi olarak kullanılması şeklindeki tiksindirici politika tamamlıyor. Üstelik bu kirli politika, bu kez Suriyeli mültecilere yönelik düşmanlık kışkırtılarak, linç kampanyaları eşliğinde hayata geçiriliyor.
Halihazırda Suriye’ye yönelik kirli savaşın temel bir boyutunu oluşturan şoven histeri ve “şehit” hamaseti, Türkiye’de toplumu zapturapt altında tutmanın işlevsel bir aracıdır. Dahası bu kirli siyaset, sağıyla soluyla tüm düzen güçlerini hizaya çekmekte de benzersiz bir etkiye sahiptir. Bu etki son İdlib olayında bir kez daha görülmüştür. Zira Kürt halkına karşı geçmişten bugüne yürütülen kirli savaş sayesinde yaratılmış büyük bir alıcı kitlesi vardır. Dolayısıyla Türkiye’nin egemenleri ihtiyaç duydukları her durumda bu kirli araca başvurmaktan vazgeçmiyorlar. Dinci-gerici AKP-Erdoğan iktidarı ve koltuk değneği MHP bunu en ahlaksız, en ölçüsüz şekilde yapıyor. Denebilir ki, gerici-faşist baskı ve zorbalık dışında elinde kalan ve hala da işe yarayan tek araçtır bu. Ekonomik krizin yükü altında ezilen kitlelerin bilincini dumura uğratmayı, başından beri Suriye’de üstlendiği kirli işleri ve işlediği kanlı suçları her bakımdan çürüttüğü destekçi kitlesine onaylatmayı, en çok bu kirli araca borçludur.
Mültecilerin şantaj konusu edilmesi ise, içerdeki ihtiyaçlardan çok batılı emperyalistleri Suriye’deki kirli savaşın aktif destekçisi haline getirme çabasının bir unsuru olagelmiştir. AKP iktidarının mültecileri Yunanistan ve Bulgaristan sınırına taşıyarak yarattığı bugünkü insanlık dışı tablo da, İdlib’de çatışmaların tırmandığı Ocak ayı sonundan bu yana sarf ettiği tüm çabaların boşa çıkmasının ürünüdür. ABD, AB ülkeleri ve NATO nezdindeki tüm girişimleri sırt sıvazlama, destek açıklamaları vb.’nden başka bir şey getirmeyince, tek mantıklı argümanı “İdlib’de (ya da Türkiye’nın sınırlarında) insani felaketi önlemek” olan dinci-gerici iktidar, tüm kuralları bir yana bırakarak mülteci felaketi yaratmakta bir beis görmemektedir.
Tüm uğraşlarına rağmen batılı efendilerinden umduğu desteği alamayan, kirli şantajla da ipleri tekrar geren AKP şefi Erdoğan, şimdi umudunu Putin’den yalvar yakar kopardığı görüşmeye bağlamış durumda. Oysa Erdoğan ve yandaşlarının iç kamuoyunu kandırmak için dillerine pelesenk ettikleri Soçi anlaşmaları (17 Eylül 2018 tarihli mutabakat ve 22 Ekim 2019 tarihli muhtıra), Türk devletinin Suriye’deki kirli savaşıyla büyük bir tezat oluşturuyor. Dolayısıyla her geçen gün daha fazla gömüldüğü İdlib batağında debelenen AKP-Erdoğan iktidarının, bu görüşmede işini bir nebze rahatlatacak bir sonuç elde etmesi kolay görünmüyor.
Gözlerin dikildiği Erdoğan-Putin görüşmesi bir yana, bugüne kadar yaşananlar AKP-Erdoğan rejiminin kendi bekası ve kirli çıkarları uğruna Türkiye’yi felakete sürüklemeye devam edeceğini gösteriyor. Suriye’deki savaşın başlangıcından beri Erdoğan yönetimindeki Türk devletinin işlediği kirli ve kanlı suçlar karşısında Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleler en hafif deyimle sessiz kaldıkları sürece, sermaye iktidarından başka bir tutum beklemek abesle iştigal olur. Hatırlanacağı üzere, Tayyip Erdoğan’ın “kardeşim Esat”tan “zalim Esed”e çark etmesi, başlangıçta başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin bölgesel aktörü olma hevesinin bir ürünüydü. Daha ortada savaş bile yokken Suriyelileri mülteciliğe teşvik etmek, ilk gelenler üzerinden Suriye’ye saldırının propaganda ayağını örgütlemek gibi ahlaksız roller üstlendi. Savaşın başlangıcında Suriye sanayi tesislerinin sökülüp çalınması ve zenginliklerinin yağmalanmasında iştahla yer aldı.
Fakat önce Kürt halkının Rojava inisiyatifiyle “stratejik derinlik”in, çok geçmeden Emevi camiinde namaz kılma hayalinin, giderek de yeni-Osmanlıcı heveslerin hüsranı, AKP-Erdoğan iktidarını deyim uygunsa şirazeden çıkardı. İslam adına vahşet çetelerinin palazlandırılıp semirtilmesinde baş rolü kimseye kaptırmadı. Türkiye “eğit-donat” projeleriyle, her türlü askeri lojistik destekle, uluslararası cihatçı güruhların Suriye’ye geçirilmesiyle, adeta kirli savaşın başlıca üssü haline getirildi. Türkiye’deki katliamlarda kullanmak da dahil IŞİD’le örtülü ittifakı sonuna kadar devam ettirdi. Öyle ki IŞİD’in Kürt hareketi karşısında bozguna uğraması en çok AKP-Erdoğan iktidarında hazımsızlık yarattı. Bugün İdlib’de hakim olan Heyet Tahrir el-Şam, IŞİD artıklarını da saflarına toplayıp büyümesini bir bakıma AKP-Erdoğan iktidarına borçludur.
Bu süreçte emperyalistler arası çelişkilerin ve dengelerin sağladığı imkanlarla “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” adları altında Kuzey-Suriye ve Rojava topraklarının bir kısmını işgal etmeyi başarmış olmak, AKP-Erdoğan rejiminin aklını tümden başından aldı. 2018’deki Soçi Mutabakatı’na rağmen Rus emperyalizmiyle İdlib üzerinden aşık atacak hale geldi. Fakat cihatçı çetelere sağladığı ağır silah ve mühimmat desteğine, gizli şekilde Türk askerini sahaya sürmesine rağmen, Rusya ve İran destekli Esad güçlerinin İdlib’i cihatçılardan arındırma hamlesini engelleyemedi. Son çare olarak bizzat Türk ordusunu çatışmalara sürdü ve asker cenazelerinin ardından Suriye ordusuna karşı resmen de savaş ilan etti.
AKP-Erdoğan iktidarının Suriye ordusuna karşı savaşının hiçbir haklı ve meşru gerekçesi yoktur. Bu savaş, AKP-Erdoğan rejiminin kendi çıkarları için ve bir takım kirli hesaplarla yürüttüğü tümüyle haksız ve gerici bir savaştır. Yoksul işçi ve emekçi ailelerin çocuklarını Suriye topraklarına, üstelik de insanlık düşmanı cihatçılarla aynı safta ölmeye ve öldürmeye göndermek; “şehitler tepesi”ni doldurmakla ve Suriyeli gençlerden binlercesini Suriye topraklarında katletmekle övünmek, onun 9 yıllık Suriye savaşında işlediği insanlık suçlarının en ağırıdır.
Türkiye adına işlenen, dolayısıyla Türkiye halklarıyla bölgenin kardeş halkları arasına nefret ve düşmanlık tohumları serpen bu suçun hesabını ancak Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkları sorabilir. Bu kirli savaşı ancak Türkiye’deki gerici-faşist iktidara karşı “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarıyla yükseltilecek bir mücadele durdurabilir. Gerici-faşist karanlığın toplumda yarattığı çürüme ve kokuşmaya son vermenin, gün geçtikçe ağırlaşan ekonomik, sosyal, siyasal faturaları ödemekten kurtulmanın bir gereğidir de bu aynı zamanda. Ve nihayet tüm emperyalistleri ve işbirlikçilerini bölgeden defetmenin yolu da ancak bu mücadeleyle açılacaktır.