20. yüzyılın tarihini belirleyen iki temel olgudan birincisi, emperyalist ülkeler arası paylaşım savaşları ve savaşın ardından kapitalizmin kendini restore etme süreçleridir. İkincisi ise bunun yarattığı devrimci olanaklardan faydalanmayı başaran Bolşeviklerin büyük Ekim Devrimi ve onun dünya çapında yarattığı muazzam etki alanıdır. İki büyük yıkımının ardından emperyalist kapitalist sistemin yeniden örgütlenmesi, Sovyetler Birliği gerçeği gözetilerek ve onun etki alanı daraltılmaya çalışarak yapılmıştır.
1930’ların ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük bunalımın yıkıcı sonuçlarından sonra, kapitalist sistemi bir dengeye kavuşturup ona itilim kazandırmak amacıyla galip emperyalist devletler 1944 yılında bir anlaşma imzaladılar. Müttefik Kuvvetler olarak bilinen bu ülkeler, savaşın sonuna doğru savaşa dahil olan, savaşın başlangıcında ya seyirci kalan ya da Nazi Almanya’sını örtülü bir biçimde destekleyen ülkelerdir. Nazi Almanya’sı ve Japonya’nın yenileceği artık çok açıktır ve Ekim Devrimi’nin etkisini frenlemek için dahil oldukları kesindir. Ancak kıta Avrupası Nazi faşizminin yarattığı yıkımı kolayından atlatacak durumda değildir. İnsan kaynaklarından teknolojiye, ekonomik altyapının inşasından sosyal yaşama kadar, her alanda üstünlüğü ABD’ye kaptırmış ve onun kanatları altına sığınmak zorunda kalmıştır. Başını ABD’nin çektiği ve dikte ettirdiği bu anlaşma Bretton-Woods Anlaşmasıdır.
Bu anlaşma ile, küresel planda kapitalist iktisadi düzenin kuralları ve işleyişi ile birlikte sınırları da belirlenmiştir. Uluslararası dayanışma ve ticaretin önemi vurgulanırken, siyasal planda asıl sorun Ekim Devrimi’nin etkilerinden korunmaktır. Bu, anlaşmanın ruhunu oluşturan en temel başlıklardan birisidir. Kapitalist-emperyalist düzenin küresel çapta örgütlenmesi ve bunun ihtiyaçlarının dönemin öne çıkan yeni emperyalist gücü ABD’nin karşılaması bir başka ana başlıktır. Daha sonra Marshall ve Truman doktrinleri ve yardımları ile bunun ne anlam ifade ettiği görülecektir.
Bu yeni stratejinin bir küresel askeri güçle perçinlenmesi gerekiyordu. Bunun sonucu olarak 1949 yılında NATO’nun doğumu gerçekleşti. Yani emperyalist-kapitalist düzen küresel çapta iktisadi, siyasi ve askeri olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yeni bir dengeyle kendisini yeniliyordu. Kuşkusuz bu ABD’nin dayattığı koşullar ve istemleri doğrultusunda gerçekleşiyordu. Bütün bunları kolaylıkla hayata geçirilebilmesinin gerisinde, ona karşı koyabilecek bir gücün olmaması vardı. ABD tarihinin en parlak dönemini yaşıyor, dünyadaki toplam üretimin yarısını tek başına yaratıyordu. Aynı Amerika bugün sanayi üretiminde Çin ve Avrupa Birliği’nin ardından ancak üçüncü sırada yer almaktadır.
Savaşın ardından dünya jandarması rolünü rakiplerine de kabul ettiren ABD, ‘70’li yılların başında yaşadığı ekonomik krizi ötelemek için dönemin Başkanı Nixon’un adıyla anılan Nixon kurallarını hayata geçirecek, aynı dönemde Vietnam savaşı ile ilk şoku yaşayacak ve yenilecekti.
1970’li yılların başında Nixon’un ekonomik önlemleri olarak da bilinen ithal mallara yüzde 10’luk ek vergi uygulaması, ABD emperyalizminin küresel kapitalist sistem içindeki rolüne ilişkin tartışmalı bir durum yarattı. Bretton-Woods anlaşmasının yaratmış olduğu denge çatırdamaya başlamıştı. Doların para birimi olarak altına ayarlanması ortadan kaldırılmış, bunu finans sektöründeki devasa büyüme izlemişti. Üretim alanındaki kârı yeterli bulmayan finans sermaye bu alandan hızla uzaklaşmış, bütün yollar Wall Street’e çıkmaya başlamıştı.
ABD’de karşılıksız dolar basımı ve satışı ile başlayan bu süreç, ekonomik tüm göstergelerin alarm vermeye başladığı bir süreçtir. Kimi iktisatçıların “petrol krizi” diye de adlandırdığı ‘70’li yılların ortasındaki ekonomik krizin Bretton-Woods anlaşmasının ortadan kalkmasına yolaçtığı iddia edilse de, bu tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Bu süreç, sistemin kendini yeni bir ideolojik ve ekonomik disiplinle örgütlemesinin bir başlangıcı olmuştur. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher ve Almanya’da Kohl iktidarlarına giden süreçler, neo-liberal politikaların sorunsuzca hayata geçirilmesi için bir fırsata dönüştürülmüştür. Ayrıca Bretton Woods Sistemi’nin en temel enstrümanları olan IMF ve Dünya Bankası hala da kapitalist-emperyalist düzenin ekonomi-politiğini oluşturmakta, kurumsal kimlikleriyle sisteme hizmet etmektedirler.
Bugün ABD emperyalizminin yaşadığı ekonomik-politik çıkmazlardan hareketle gücü tartışılıyor olsa da, hala da rakiplerine karşı hemen her alanda üstünlüğü tartışmasızdır. Trump’ın gümrük vergilerini kimi metalarda yüzde 25’e kadar çıkarması ve Çin’e karşı başlattığı ticari savaş yeni bir şey değildir. Aynı ABD 1930’lu yıllarda da yüksek gümrük vergileri uygulamasının bir tarafıdır. Bugün de aynı şeyleri yapmakta, hızla insanlığı yeni bir yıkımın öncesi koşullara, 1930’ların dünyasına götürmektedir. 20. yüzyılda ele geçirdiği hegemonyasını sürdürebilmek için, ihtiyaç duyduğu her yerde terörü ve savaş aygıtını harekete geçirmektedir.
Bretton-Woods Anlaşması’nın bir üçüncü özelliği, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri yumuşatarak bir denge sağlamaktı. Bugünün ihtiyaçları üzerinden bakıldığında, bu anlaşmanın yarattığı dengenin ortadan kalktığı söylenebilir. Farklı emperyalist ülkeler ya da bloklar artık ABD emperyalizminin kurallarını tek başına belirlediği bu oyunu oynamaya karşılar. Kendileri de çıkarları doğrultusunda söz sahibi olmak istiyorlar. Küresel ekonomiden daha fazla pay almak, ekonomilerini yeni korumacı önlemlerle güvencede tutmak istiyorlar. Trump’ın hayata geçirdiği korumacı uygulamalar çok geçmeden diğer emperyalist güçlerin de başvuracağı bir politik argüman olacaktır.
Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin geride bıraktığımız yüzyıldaki dengeler üzerinden gidemeyeceği artık kesinleşmiş bulunuyor. Her ne kadar emperyalist-kapitalist düzen ABD’nin baş rol oyunculuğu olmadan sürdürülemez gibi görünse de, büyüyen çelişki ve çatışmalar eninde sonunda kopuşu getirecektir.
Bunun işaretleri çoğalmaya başlamıştır. NATO gibi bir askeri aparatın beyin ölümünün gerçekleştiğini söylemek, çelişkilerin vardığı boyutu anlamak açısından oldukça somut bir veridir. Yine başta Ortadoğu olmak üzere vekalet savaşları yürütmek hafife alınır bir şey değildir. Emperyalist güçler arası fay hatlarına taşıyabileceğinden fazla enerji yüklenmektedir. Bunun ne tür sonuçlar yaratacağı ise tarihsel deneyimlerden bilinmektedir. Olası bir yıkımın ardından, ne o şanlı burjuva demokrasileri, ne serbest ticaret ekonomileri, ne de kokuşmuş neoliberal argümanları ayakta kalabilme şansı bulabilecektir.
Günümüz dünyası yeniden hızla Bretton-Woods Anlaşması öncesi süreçlere ilerliyor. Emperyalist-kapitalist yıkım makinası da zincirlerinden boşalmış bir şekilde onu takip ediyor. Silahlanma yarışı, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin giderek yönetilemez bir karakter kazandığını anlatıyor.
Kapitalizmin içinde debelendiği bütünsel krizi atlatamayacağı artık tüm belirtileriyle ortaya çıkmış durumdadır. Bu kez karşılarında Sovyetler Birliği’nin değil bizzat kendi kendilerinin olacağı ise bir başka açıklıktır. Bu hangi gücün hangi güçle çatışacağından bağımsız olarak böyledir. Böyle bir çatışma yaşanırsa, bu ilk etapta işçi ve emekçiler için büyük bir yıkım anlamına gelecek olsa da, diğer yanıyla devrimci mayalanmaların ve dinamiklerin ortaya çıkmasına ebelik yapacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistem 21. yüzyılın ilk çeyreğinde artık yönetemeyeceği kesinleşmiş bir çok yönlü bunalımla boğuşurken, ne yazık ki dünya devrimci hareketi bu dönemi güçlü bir biçimde karşılayamamaktadır. Ancak dönemi karakterize eden bir başka olgu olarak, işçi ve emekçi kitlelerin özellikle son yıllarda daha da güç kazanan anlamlı çıkışları ve halk isyanları öne çıkmaktadır. Örgütsüzlüğüne ve kendiliğindenliğine rağmen ezilen halklar ve emekçiler cephesinden küçümsenmeyecek bir öfke ve tepki birikimi dışa vurmaktadır. Dönemin siyasal ruhunu, bir yanıyla emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin derinleşmesi ve çatışma olasılıklarının artması, diğer yanını ise yaygınlaşan kitle hareketleri ve halk isyanları belirlemektedir. Bu süreç, “yeni devrimci akımların filizlenmesine, varolanların moral ve maddi açıdan toparlanmasına ve güçlenmesine uygun bir zemin” yaratmaktadır. Devrimci dinamikleri mayalayan bu zemini devrimci öncünün nasıl değerlendireceği yaşamsal bir önem taşımaktadır.