Pandemi ve ekonomik krizin yol açtığı yıkıma, giderek kızışan savaş politikaları ile artan baskı ve devlet terörü eşlik ediyor. Günümüz Türkiye’sinde öne çıkan sorunların başında bunlar geliyor.
Tüm bunlar bir arada, en başta işçi ve emekçilerin yaşamlarını vuruyor. Kriz koşullarının ağırlaştırdığı sömürü, işsizlik, yoksullaşma vb. pandemi ile birlikte çok daha yıkıcı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Kirli savaşa ayrılan devasa bütçeler yine emekçilere fatura ediliyor.
Emekçilerle dalga geçiyorlar!
Pandemi giderek yıkıcı boyutlar kazanırken, gerici-faşist iktidar önlem adı altında emekçilerle dalga geçercesine kararlar alıyor. Bilim insanları ve sağlık meslek örgütleri toplum sağlığı açısından gerekli önlemlerin hızla alınması, bu çerçevede zorunlu işkolları dışında üretime devam edilmemesi, çalışması zorunlu olan emekçiler için tedbirlerin arttırılması yönünde çağrılar yaparken, alınan sözde önlemlerden biri gece yarısı müzik yayını yapılmasının yasaklanması oluyor.
Dahası var. Karantina süresi 15 günden 10 güne çekilerek, emekçilerin daha kısa sürede üretime katılmasını sağlayacak ucube kararların altına imza atılıyor. Bu olup bitenler, gerici-faşist iktidarın “sürü bağışıklığı” politikasını benimsediğini gösteriyor. Virüsün yayılmasına zemin hazırlayan bu tür uygulamaların tırmandırdığı vaka ve ölüm sayıları ise gizleniyor. Pandeminin üzerine örttükleri “normalleşme” perdesi ile emekçiler bir yandan salgınla yaşamaya alıştırılmaya çalışılırken, öte yandan salgının yayılmasının baş suçlusu ilan ediliyor.
Milyonlarca emekçinin yaşamı pahasına bu denli pervasız adımlar atan Erdoğan yönetimi, öte taraftan temel insani hak ve ihtiyaçları karşı karşıya koyarak, toplumu birinden birini seçmeye zorluyor. Okulların açılmasına dönük tartışmalar bunun en ibretlik örneği. Gerici iktidarın pandemi koşullarındaki eğitim politikaları, toplumu “ya eğitim ya da sağlık” ikilemi içerisine sokmuş bulunuyor. Benzer örnekler farklı alanlar üzerinden yaşanıyor.
İşsizlik, yoksulluk ve sefalet derinleşiyor
Pandeminin yarattığı sorunlarla boğuşan işçi ve emekçiler, öte yandan her geçen gün derinleşen krizin yarattığı çok yönlü sorunlarla yüz yüze kalmış durumda.
Krizin derinleşmesiyle yükselen enflasyon ve TL’nin önüne geçilemeyen değer kaybı emekçilerin gelirlerini sürekli eritiyor. Ücretsiz iznin yasalaşması, telafi çalışma uygulamasının yaygınlaşması ve kısa çalışma ödeneği ile ücretlerin düşürülmesi vb. politikalarla işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları her geçen gün ağırlaşıyor. Yoksullaşma giderek derinleşip yaygınlaşıyor.
Kriz gerçeği, üretimde yaşanan daralma üzerinden de kendisini gösteriyor. Resmi verilere göre Türkiye ekonomisi 2020 yılının ikinci çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 9,9 oranında küçülmüş durumda. Gerçek rakamın bunun çok üstünde olduğu ise tartışmasız bir gerçek. Bunun Türkiye ekonomisi açısından bir dizi sonucu olmakla birlikte, işçi ve emekçiler adına işsizlik çok daha ağır bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Açıklanan resmi işsizlik oranı yüzde 13. Dört milyon işsiz demek olan bu rakama iş aramayı bırakanlar dahil edildiğinde, işsizlik oranı yüzde 29’lara çıkıyor ki bu 12 milyon işsiz demek. İstihdamda görünüp “ücretsiz izinli” olanlar ise bu rakama dahil değiller.
Savaş çığırtkanlığı kulakları tırmalıyor
Krizin faturasının emekçilerin omuzlarında büyük bir yüke dönüştüğü günümüz Türkiye’sinde, dinci-faşist iktidar savaş ve saldırganlık politikalarını tırmandırıyor. Sermaye devleti halihazırda Suriye ve Libya’da süren savaşın aktif tarafı. Emekçiler pandemi ve krizin pençesinde yaşam mücadelesi verirken, milyonlarca dolar bu kirli savaşların finanse edilmesi için kullanılıyor.
Uluslararası planda krizleri ve savaşı derinleştiren hamlelerde bulunmak, AKP iktidarının dış politika alanında temel davranış çizgisi haline gelmiş durumda. Gelinen yerde ise Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinden kızışan egemenlik mücadelesine aynı davranış çizgisi üzerinden dahil olmuş bulunuyor.
Erdoğan yönetimi, Libya’daki kukla hükümet ile 27 Kasım 2019’da imzaladığı “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası” ve “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası”nın ardından, Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve hidrokarbon aramaya dönük provokatif adımlarla gerilimi tırmandırdı. Savaş gemileri eşliğinde devreye sokulan bu saldırgan hamleler, Doğu Akdeniz’i adeta emperyalist ülkelerin ve bölgesel güçlerin savaş limanına çevirdi.
Tüm bunlar yaşanırken, kabine toplantısının ardından basına demeç veren Erdoğan, savaş dilini daha da sivrilterek, “Kendi vatandaşlarının güvenliğini ve refahını tehlikeye atma pahasına Türkiye’nin karşısına dikilenler için o kadar açık söylüyorum, bedelini ağır ödersiniz” tehditleri savurdu. Açıklamaya paralel olarak Yunanistan sınırlarına askeri yığınak yapılmaya başlandığına ilişkin haberler basına yansıdı.
Görünen o ki, çok yönlü krizlerin Türkiye’nin kapitalist düzenini nefes alamaz hale getirdiği, siyasi iktidarın açmazlarının her geçen gün derinleştiği günümüz koşullarında, AKP iktidarı savaş ve saldırganlığa dönük hamlelerini yeni boyutlara taşımak için kolları sıvamış bulunuyor. Bu durum Türkiye ve bölge halklarının yeni yıkımlarla yüz yüze kalma tehlikesini büyütüyor.
Gerici-boğucu kuşatmayı parçalamak için!
Tüm bu gelişmeler, işçi sınıfı ve emekçileri ekonomik, siyasi ve sosyal boyutları olan boğucu bir atmosfer içerisine hapsediyor. Krize, savaşa ve pandemiye bağlı olarak sorunlar yumağı büyüdükçe, emekçileri bunaltan cendere daralıyor.
Bu tabloda işçi sınıfı ve emekçiler adına tek bir çıkış yolu bulunuyor: Gerici-boğucu kuşatmayı parçalamak için örgütlenmek ve harekete geçmek…