Yerel seçimlerin üzerinden henüz 5 ay geçmemişken, gerici-faşist AKP-MHP iktidar bloku tarafından yeniden kayyım darbesi yapıldı. 19 Ağustos sabahı polis ablukasına alınan, kapıları kırılarak içeri girilen Diyarbakır, Mardin, Van belediyelerinin HDP’li başkanlarının görevden uzaklaştırıldıkları, yerlerine il valilerinin kayyum olarak atandıkları ilan edildi. Kimi belediye meclis üyelerinin yerine de kayyım atandığı, sonrasında belediye meclislerinin hükmümün kalmadığı, encümenlerle işlerin yürütüleceği açıklandı. Kayyım darbesiyle eş zamanlı olarak ilk etapta 29 ilde 400’den fazla kişi gözaltına alındı. Aynı gün başlayan eylemlere yönelik dizginsiz polis terörü, sonraki günlerde de devam ettirildi. Polis-jandarma güçlerinin azgın saldırılarında her gün onlarca kişi işkenceli gözaltılara maruz kaldı.
Kayyım darbesi henüz 31 Mart Yerel Seçimleri öncesinde bizzat AKP şefi ve kimi sözcüleri tarafından alenen dillendirilen bir plandı. Tayyip Erdoğan 2016 ve sonrasını hatırlatarak açık açık kayyımla tehdit ediyor, Kürtlere “oylarınız boşa gider” diyebiliyordu. Üstelik salt Kürt kentleriyle sınırlı da değildi bu tehditler. Batıda kaybedeceği ihtimali yüksek görülen belediyeler için de onları “topal ördek”e çevirmekten bahsediyordu. Nitekim özellikle İstanbul ve Ankara belediyelerinde bunun ne anlama geldiğini görmek için çok beklemek gerekmedi. Devlet imkanları kullanılarak, yeni belediye yönetimleri açıkça sabote edildi, binbir yolla engeller çıkarıldı. Son sel felaketinde olduğu üzere Meteoroloji Genel Müdürlüğü gibi kurumlar dahi bu kirli faaliyetlere alet edilebildi.
Tüm bunlar ve daha fazlası bu dönem için beklenen olağan tutumlardı. Fakat kayyım darbesinin koşulları için aynı şeyi söylemek mümkün değil. “Güvenli bölge” gündeminin öne çıktığı yakın günlerde tekrar dillendirilen kayyım planının hayata geçirilmesi için ortada AKP’nin oy deposu olan kesimlerin dahi gözlerini boyayacak herhangi göstermelik bir gerekçe bile yok. Hem 31 Mart’taki kayıplarından hem de özellikle YSK darbesiyle yenilenen İstanbul seçiminde aldığı ağır hezimetten sonra kayyım planını bu denli hızla hayata geçirme cüreti sergilemesi, AKP-MHP ittifakının/zorbalığının ayakta kalmak uğruna tüm gemileri yaktığını gösteriyor. Kayyım darbesi konusunda ilk açıklamayı yapan AKP’nin kudurgan İçişleri Bakanı, açık açık “Bizim teröre müsamaha göstermemizi bekleyenler yanılır. Terörü ve terörizmi özellikle halkın helal oylarıyla belediyelerde merkez haline getirmeye çalışanlara da devletin, kuralların, hukukun ve Anayasa’nın sessiz kalmasını beklemek son derece yanlıştır” derken, esasen bunu anlatıyor. Ortada yasal-anayasal, hukuksal bir yargı kararı olmadığına göre, bu açıklama aynı zamanda artık göstermelik yasal kılıflara hiçbir şekilde ihtiyaç duyulmadığını gösteriyor.
Gerek “güvenli bölge” ile ilgili tartışmalara, gerek kayyım darbesi konusunda verilen demeçlere bakılırsa AKP-MHP cephesi Kürt halkının haklarına ve kazanımlarına azgınca saldırmakta tam bir mutabakat içindedir. Fakat bu mutabakatın yalnızca Kürtlere saldırganlıkla sınırlı olduğunu sanmak, en hafif deyimle aptalı oynamaktır. Gerici-faşist iktidar bloku bir yandan ekonomik kriz, diğer yanda başta Suriye ve Kürt sorunu olmak üzere dış politika cephesinde yaşadığı açmazlar derinleşirken, toplumun tüm emekçi-ezilen kesimlerine saldırmaktan başka bir seçeneğe sahip değil. Kamu işçilerine kabul ettirdiği TİS, keza emeklileriyle birlikte 5 milyon kamu emekçisine dalga geçercesine dayattığı sefalet zammı, iktidarın herhangi bir esneme olanağının kalmadığının ilanıdır. Tek meşruiyet dayanağı olarak tutunduğu sandıklardan aldığı darbe de onu iyice hırçınlaştırmış durumda. O yüzdendir ki “En iyi savunma saldırıdır” mantalitesiyle, karşısına çıkan herkese ve her kesime devlet terörü, baskı ve zorbalıkla yükleniyor.
Gerici-faşist iktidar cephesindeki mutabakata karşın, başta 31 Mart ve İstanbul seçimlerinde “Her şey çok güzel olacak” diye hayaller körükleyen CHP olmak üzere düzen muhalefeti, ancak demeçler vermekle yetiniyor. Ortada yasalar, Anayasa, o dillerden düşürülmeyen hukuk diye bir şey bırakılmamışken, üstüne bir de her şeyin devası olarak sunulan “sandık/millet iradesi” ayaklar altına alınıyorken, düzen muhalefeti hâlâ “milli irade”yi hatırlatmaktan, “millete saygısızlık” demekten öteye geçemiyor. Bu tutum, daha 31 Mart seçimlerinin ertesinde seçilmiş Kürt temsilcilerin mazbatalarına el konulduğunda sergilenen ikiyüzlülükten farksızdır. Bununla da bitmiyor, CHP Başkanı Kılıçdaroğlu, hâlâ “Bu tür olaylar yaşanınca sokağa çıkmak, protesto etmek gibi durumları doğru bulmuyoruz” diyerek AKP-MHP zorbalığının değirmenine su taşımaya devam ediyor. Dolayısıyla, gerici-faşist zorbalığın önümüzdeki dönem boyunca da sürdüreceği saldırganlık karşısında düzen muhalefetine herhangi bir şekilde bel bağlamak, AKP-Erdoğan diktatörlüğüne baştan boyun eğmek anlamına geliyor.
Öte yandan başta HDP olmak üzere Kürt hareketi cephesinden kayyım darbesine karşı net bir tutum alınmış bulunuyor. Gerek ilk anda yapılan açıklamalardaki ortak demokratik mücadele çağrısı, gerek görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının kayyım kararını reddetmeleri, gerekse sokaklara çıkma pratiği AKP-MHP zorbalığından bunalan tüm toplumsal mücadele dinamikleri için de bir imkandır.
İlk andan itibaren AKP-Erdoğan diktasının kayyım darbesine karşı dünyanın pek çok kentinde tepkiler ve eylemler devam ediyor. Başta Kürt kentleri olmak üzere Türkiye’de yapılan irili ufaklı eylemler anında polis saldırısıyla bastırılmaya, Kürt halkı ve duyarlı kitleler sindirilmeye çalışılıyor. Henüz yeterli gelmese de önemli olan kitle eylemlerinin ve mücadelesinin sürekliliğidir. Elbette bu mücadeledeki en belirleyici etken Kürt hareketinin ve halkının baştan ortaya koyduğu direnme ve darbeyi reddetme iradesini sürdürüp sürdürmeyeceğidir. Devletin acımasız terörüne rağmen tepkilerin ve eylemlerin farklı toplumsal mücadele dinamiklerini de kapsayıp yaygınlaşması ve kitleselleşmesi en başta buna bağlıdır.
Bundan çok daha önemlisi ise Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin gerici-faşist zorbalık karşısında nasıl bir tutum alacaklarıdır. İşçi ve emekçilerin, dört bir yandan saldırı altında olan Kürt halkını yalnız bırakmaları, “terör” demagojisine, şovenist histeriye, savaş çığırtkanlıklarına prim vererek saldırıları sessizlikle karşılamaları dahi, AKP-Erdoğan diktasının ömrüne ömür katmak anlamına gelecektir. Nitekim iktidarın çok yönlü sıkışma içinde olduğu bir zamanda bu denli kaba zorbalığa başvurma pervasızlığı gösterebilmesi, işçi ve emekçi kitle hareketinin hâlâ da sürmekte olan zayıflığı ve dağınıklığı sayesindedir. Bunu adım adım aşmak dahi mücadele sahnesine çıkmayı gerektiriyor. Bir başka deyişle, sınıf ve emekçi kitleler payına ekonomik, sosyal, siyasal olarak sürekli ağırlaşan faturalar ödemekten kurtulmanın yolu, gecikmeksizin gerici-faşist zorbalığa karşı mücadeleyi yükseltmekten geçiyor.