Kapitalist sistem döne döne yarattığı ekonomik krizlerle emekçileri yoksulluk ve sefalet koşullarında bir yaşama itiyor. Her geçen sene ağırlaşan ekonomik krizin faturası ise tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de emekçilerin sırtına yıkılıyor. Sermaye grupları kârlarını katlarken, emekçi kesimler gittikçe yoksullaşıyor.
Avrupa İstatistik Ofisi’nin (Eurostat) “Ciddi maddi yoksunluk yaşayan ülkeler” başlıklı araştırmasının, 2020 yılı verilerine göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 27,4’ü maddi yoksunluk ile mücadele ediyor. Bu nüfus, temel ihtiyaçların en az dördünü karşılayamıyor. TÜİK verilerinde de son üç yılın iki yılını yoksulluk sınırının altında geçirenlerin nüfusa oranı 13,7 olarak belirtiliyor.
Salgının başladığı 2020 yılında Koç, Sabancı, Akbank, Eczacıbaşı, Ereğli Demir gibi sermaye grupları, salgına rağmen 5 milyarın üstünde bir kâr elde ederek, servetlerini büyüttüler. Oysa 2020 yılının başında belirlenen asgari ücret enflasyon karşısında erimiş, emekçilerin alım gücü gittikçe düşmüş ve çoğu emekçi yaşam ve çalışma koşullarının ağırlığından dolayı yaşamını yitirmişti.
Keza 2021 yılında asgari ücrete yapılan göstermelik zammın yılın ilk ayından itibaren erimesiyle birlikte milyonlarca emekçi tekrar açlık sınırının altında bir yaşama mahkum edildi. Son olarak sermayenin demir yumruğu AKP şefi gösterge faizini indirtince, TL hızla değer kaybetmeye, döviz yükselişe geçmeye başladı ve emekçilerin ücretleri tümden pula dönüştü.
Halihazırda emekçinin içtiği sudan yediği ekmeğe, kullandığı gazdan elektriğe hemen her şeye, her geçen gün değil artık her geçen saat zam geliyor. Kısacası emekçilerin, temel ihtiyaç malzemelerine ulaşabilmeleri gün geçtikçe zorlaşıyor.
Nitekim Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun Ar-Ge birimi KAMU-AR’ın araştırmasından çıkan Kasım ayı verilerine göre, açlık sınırının 3.900 TL’ye dayandığı, yoksulluk sınırının ise 13 bin TL’nin üzerine çıktığı gözlemleniyor. Bugünün Türkiye’sinde 2.825 TL asgari ve ona yakın ücretle çalışan 13 milyonun üzerinde emekçi var. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 50 milyonun üzerine çıkmış durumda. Bu rakamlar Türkiye’de emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını yeterli açıklıkta gösteriyor aslında.
Emekçi kesimler fabrikalarda, işyerlerinde, toplumsal yaşamın her alanında değer üretip, açlık sınırının altında bir ücretle ay sonunu nasıl getiririm ya da nasıl yaşayabilirim diye düşünürken, emekçileri kölece yaşam koşullarına mahkum edenler lüks içerisinde yaşamaya ve kârlarına kâr katmaya devam etmektedirler. TBMM’de binlerce liraya milletvekilliği yapanlar, saraylarda ejderha meyveli smothei içenler, kolunda 50 bin TL çantalarla dolaşanlar, emekçilerin akılları ile dalga geçercesine porsiyonlarımızı küçültelim diyenler, emekçilerin alın terini gasp ederek zenginliklerine zenginlik katan sermayedarlar, yoksulluğun bu kadar büyümesinin de bizzat sorumlusudurlar.
Kamuoyuna yansıyan verilere bakıldığında, servet-sefalet kutupları arasındaki farkın her geçen gün büyüdüğü ve emekçilerin yaşam koşullarının katlanılamaz bir hale geldiği göze çarpıyor. Bir yanda emeği ile üreten ama yaratılan zenginliklerden faydalanamayan milyonlarca işçi-emekçi birikirken, diğer yanda üretmeyen ama sermayesi olduğu için üretenlerin emeğini gasp eden bir avuç sermayedar, yaşamını lüks ve şatafat içerisinde sürdürüyor.
Zengin ve yoksul arasındaki makasın açılmasına karşı tepkilerin güncel örnekleri, emekçiler için koşulların artık çekilemez hale geldiğini gösteriyor. Geçtiğimiz hafta, TL’nin değer kaybetmesi, dövizin yükselişe geçmesi, emekçilerin ücretlerinin erimesi, temel ihtiyaç malzemelerine zam üstüne zam yapılması vb. gelişmeler nedeniyle Türkiye’nin dört bir yanında sokaklara çıkıldı. İleri kesimlerin başlattığı eylemler, toplumun büyük bir kısmının halen sokağa çıkma, fabrikalarda üretimi durdurma aşamasında olmadığını da gösterdi. Fakat korku atmosferinin kırılmasının, önümüzdeki süreçte sınıf ve emekçi kitlelerin harekete geçmeleri, tepkilerini eylemli biçimlerle ortaya koymaları bakımından teşvik edici olduğuna kuşku yoktur.
Servet-sefalet uçurumunun giderek derinleştiği, sermayenin kârlarının katlandığı, öte yandan kapitalist krizlerin faturasının emekçilere yüklendiği böylesi dönemlerde, devrimci sınıf hareketi geliştirmenin güç ve olanakları günden güne çoğalmaktadır. Bunları değerlendirmenin yolu ise “Sınıfa karşı sınıf” bilincini sınıf ve emekçi kitleler içinde yaymaya kilitlenmiş, ısrarlı ve kararlı bir devrimci yüklenmeden geçiyor.