Kapitalizmin yapısal ürünü olan ekonomik kriz derinleşiyor. Servet-sefalet arasındaki uçurum her geçen saat büyüyor. Yoksulluk ve açlık katlanarak artıyor. Dünyada milyarlarca insan bir avuç azınlığın sefahat sürmesi için sefalete mahkûm ediliyor. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de derinleşen ekonomik krizin yükü işçi ve emekçilerin omuzlarına yükleniyor. AKP-Erdoğan iktidarı, sebebi olduğu krizin etkilerini katlayan politikalar hayata geçiriyor. Krizin işçi-emekçilerin hayatındaki yıkıcı etkileri günden güne ağırlaşıyor.
Katlanılamaz hale gelen açlık ve yoksulluğun boyutu, yapılan araştırmalarda da kendini gösteriyor. Ülkede 25 milyon kişi açlık sınırının altında, 51 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşam savaşı veriyor. Bu da nüfusun yüzde 90’ına denk düşüyor. Öte yandan 11 milyon aile yardımla yaşıyor. Gençlerin yüzde 30’u işsiz. Emeklilerin dörtte biri çalışmak zorunda kalıyor. Çalışanların yarısından fazlası asgari ücret düzeyinde veya altında maaş alıyor. Milyonlar geçinebilmek için bayat ekmek, çıkma meyve-sebze, ucuz gıda kuyruklarında bekliyor. Tablo bu kadar ağırken Erdoğan ve çevresi, söylemleriyle emekçilerle adeta alay ediyor.
Yakın döneme kadar AKP iktidarı, derinleşen yoksulluğu görmezden gelerek, aktroller ve yandaş basın aracılığı ile algı yaratmakla meşguldü. İnsanları önce muhtaç edip ardından sadaka dağıtma politikası güdüyordu. Uzun süredir ekonomik krizi, yoksulluğu, sefaleti inkâr eden, “Avrupa bizi kıskanıyor” zırvalarını pazarlayan dinci-faşist rejimin şefleri son günlerde söylem değiştirdiler. AKP şefi Erdoğan, Tokat’ta yaptığı konuşmada “Evet, hayat pahalılığı vardır” itirafında bulundu. Erdoğan aynı orman yangınları, sel, deprem gibi doğa olaylarının felaketlere dönüşmesi sırasında olduğu gibi, ekonomik krizin derinleşmesindeki sorumluluğundan kurtulmak için de çareyi “hayat pahalılığında” buldu. Yaşanan her sorunu kendi dışında gören rejimin efendisi “ama” diye devam ettiği konuşmada insanların düne göre daha az aldığını ancak her şeye erişebildiğini iddia etti. Hayat pahalılığın olumsuz etkilerinin dünyanın her yerinde hissedildiğini belirten Erdoğan’ın bu lafları boşuna değil elbette.
Sermayenin bir dediğini iki etmeyen, ne istedilerse veren, yağlı ballı ihalelerle yandaş şirketleri ihya eden, aynı zamanda “ekonomik büyüme” yalanı ile faiz inadını sürdüren, emperyalist şeflerine yaranmak için kırk takla atan Erdoğan, milyonların yaşadığı yoksullukta, uyguladığı politikaların hiç etkisi yokmuş gibi konuşuyor. Yaşanan yoksulluğu “kriz” ve “enflasyon” gibi ekonomi terimlerinden bilinçli şekilde kaçınıp, “hayat pahalılığına” sarılarak kabul etme lütfunda bulunan Erdoğan, bu söylemlerinin ardından güya KDV indirimleri yaparak, asgari ücrete zam söylentileri ile göz boyamaya çalışıyor. Ne var ki zamların ardı arkası kesilmiyor.
Tüm bunlar ekonomik krizin artık manipülasyonlarla geçiştirilecek düzeyi çoktan geçtiğini ve işçi-emekçi kitlelerdeki hoşnutsuzluğun etkisini gösteriyor. İşçi ve emekçiler arasındaki hoşnutsuzluğun yansıması olan söylem değişikliğinin gerisinde “geçinemiyoruz” öfkesinin büyümesinden duyulan korku var.
Bu boğucu tabloyu değiştirebilecek tek gücün işçi ve emekçilerin mücadelesi olduğunu geçtiğimiz aylarda kez daha gördük. Nitekim işçiler ocak ayı zamlarını fiili grev ve eylemlerle alabildiler.
İşçi sınıfı ve emekçiler, yoksulluk ve sefalet karşısında bir yanda “Sıkıntıdayız ama aşacağız”, diğer yanda “Bekleyin, seçimden sonra biz çözeceğiz” diyenlerin zırvalarına kanmamalı. İşçi ve emekçilerin tek alternatifi “geçinemiyoruz” öfkesini örgütlü şekilde büyütmek, var olan haklarını korumak ve yenileri kazanmak için mücadele etmektir.