AB’nin gözünde Türkiye’nin statüsü “düştü”

Uzun zamandır Avrupa Birliği içine girmek için çabalayan, yeri geldiğinde Avrupa devletlerine yaranmak için ikiyüzlüce açıklamalarda bulunan dinci-faşist AKP-MHP iktidarının yönettiği Türk devletinin AB’ye üyelik macerası iyice sarpa sarmış bulunuyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 02 Ekim 2021
  • 18:56

Geçtiğimiz günlerde, Avrupa Birliği Komşuluk ve Genişleme Müzakereleri Genel Direktörlüğü (NEAR) yeni bir yapılanmayla, Türkiye'yi Ortadoğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırdı. Daha önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika olan birimin adını da "Güney Komşuları ve Türkiye" olarak değiştirdi. Uzun zamandır Avrupa Birliği içine girmek için çabalayan, yeri geldiğinde Avrupa devletlerine yaranmak için ikiyüzlüce açıklamalarda bulunan dinci-faşist AKP-MHP iktidarının yönettiği Türk devletinin AB’ye üyelik macerası iyice sarpa sarmış bulunuyor. 

Türkiye’nin AB’ye üye olma süreci, 1959 yılına dayanıyor. Sermaye Devleti, 31 Temmuz 1959 tarihinde AB’nin ilk hali olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’na ortaklık başvurusu yapmış, AET Bakanlar Konseyi'nin başvuruyu kabul etmesi sonrasında, 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye ile AET arasında Ankara Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmaya imza atan dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Avrupa emperyalistlerine yaranmak için, AB’yi "Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser" olarak tanımlamıştı. 

Türkiye’nin AET ile ortaklık anlaşmasını imzalamasıyla başlayan üyelik süreci, 12 Eylül ‘80 faşist darbesi ile kesintiye uğradı. Süreç, yedi senelik bir aranın ardından, Türkiye’nin 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla devam etti. 1999 yılında ise Türkiye AB emperyalistleri tarafından “aday” olarak kabul edildi. Nihayet 2005 yılında da tam üyelik müzakerelerine başlandı. 

Türkiye’deki siyasal gelişmeler, özellikle 2013 yılında yaşanan Haziran Direnişi, 15 Temmuz darbe girişimi vb. süreçler Türkiye’yi AB nezdinde “istikrarsız” aday statüsünde tuttu. Türk sermaye devleti, Avrupalı emperyalistler tarafından o günlerden bu yana türlü bahaneler eşliğinde “AB hukuku”na uymadığı gerekçesiyle oyalanmaya devam etti. Türkiye’nin üyelik süreci uzatıldıkça uzatıldı ve gelinen yerde Türkiye’nin “statüsü” de değiştirildi. Son hamleyle, AB nezdinde Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle aynı kefeye koyulmuş oluyor. 

Gerici-faşist iktidar, hükümet olarak iş başına getirildiği 2002 Kasım’ından itibaren AB üyeliği propagandası yaparak, Avrupa “hukukuna”, sözde “demokratik” işleyişine övgüleri hiç eksik etmedi. Yer yer çıkar çatışmalarının yaşandığı süreçlerde ise sahne önünde efelenmelerle ilişkiler gerilimli bir hal aldı. “Eyy Almanya”lar, “Eyy Macron”lar havlarda uçuştu. 

Kendileri de çoğu zaman kendi hukuklarını ayaklar altına alan Avrupa devletleri, Türkiye’yi AB üyesi yapmama gerekçesini, Türkiye’nin hukuklarına aykırı bir şekilde davranması ve demokratik bir işleyiş uygulamaması olarak sunmaktadırlar. Dinci-faşist rejim sözcülerinin “demokrasinin beşiği” olarak tanımladıkları ve topluma bu düşünceyi empoze ettikleri süre boyunca Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği halen de kabul edilmezken, Türkiye’de biçimsel de olsa Avrupa hukukuna aykırı bir yönetimin iş başında olduğu böylelikle bir kez daha kanıtlanmıştır. 

Günümüzde tüm dünyaya hakim olan sistem emperyalist-kapitalist sistemdir. Dünyanın ne tarafına gidilirse gidilsin, yönetim biçimleri (demokratik, monarşi vb.) ne olursa olsun sistemin özünde, işçi ve emekçilerin bir avuç tekel tarafından sömürülmesi vardır. Avrupa devletlerinin tüm dünyaya “övünçle” bahsettikleri “hukuklarının”, “demokratik” yönetimlerinin harcında, işçi ve emekçilerin daha fazla kâr uğruna sömürülen emek gücü, mültecilerin de kanı bulunmaktadır. Tıpkı Türkiye’de ve diğer devletlerde olduğu gibi... AB’nin Türkiye’nin statüsünü Ortadoğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırması, bu gerçekliği değiştirmemektedir. 

Emperyalist tekellerin pazardan daha fazla pay kapmak uğruna savaşları kışkırttığı ve yakıp yıktıkları ülkelerde de işçi ve emekçileri, yoksul halkların payına kan ve gözyaşından başka bir şey düşmemiştir. Dolayısıyla AB ya da diğer emperyalist birlikler işçi ve emekçiler ile ezilen halklara bundan sonra da insanca bir yaşam vermeyeceklerdir. İnsanın insan tarafından sömürülmediği, gerçek barışın ve hukukun olduğu bir dünya ancak işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci mücadeleleriyle kazanılabilecektir.