Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri, Avrupa Birliği’ne kabul edilmesi isteği, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin geleceğine, hak ve özgürlüklerin kazanılmasına ilişkin tartışmaların önemli noktalarından biriydi. AB’nin, bir “demokrasi ve sosyal refah devleti projesi” olduğu, Türkiye’nin bu projeye dahil olması durumunda kendisinden istenilecek olan “insan hakları, demokrasi ve refah” alanında adımlar atmak zorunda kalacağı ileri sürülüyordu. AB ile bütünleşmenin Türkiye’ye “refah” ve “demokrasi” getireceği, Türkiye’nin “çağdaş uygarlık yürüyüşü”nde yeni bir aşamaya geçeceği iddia ediliyordu.
Aradan geçen süre içerisinde ve bugünün temel gerçekleri üzerinden bakıldığında bütün bunların boş hülyalar olduğu yeterli açıklıkta görülüyor. AB’nin “erdemleri” üzerine boş umutlar büyütülürken, işçi sınıfı ve emekçi kitleler iktisadi, sosyal ve siyasal haklar alanında sürekli mevzi kaybettiler. Ezilen uluslar, azınlıklar ve kadınlar daha ağır baskılara hedef oldular. Ezilen ve sömürülenlerin sosyal ve iktisadi yaşam koşulları ağırlaşmakla kalmadı, her türlü hak arama mücadeleleri de dizginsiz bir baskı ve terörle bastırıldı. Ülke dinsel gericiliğin karanlığına ve her türlü sapkın düşüncelere itildi. Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynakları sonuna kadar emperyalizmin talanına açıldı, emperyalizme köleliğin bağları güçlendi.
AB üzerinde, “refah”, “demokrasi” ve “çağdaş uygarlık yürüyüşü” masallarıyla gelinen yer, özet olarak budur. Başka türlüsü olamazdı. Zira AB, gerici ve emperyalist bir birliktir ve bu birlik, günümüz dünyasında demokrasiyi, refahı ve uygarlığı değil, kapitalist barbarlığın Avrupa odağını temsil etmektedir. Dolayısıyla emperyalist bir odak olarak AB, işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve halkların refahını, haklarını ve özgürlüğünü değil, ama emperyalist tekellerin sömürü ve egemenliğini, çıkarlarını, yayılmacı emellerini ve çok yönlü saldırı politikalarını temsil etmektedir.
Tekellerin Avrupası olan AB, kendi işçi ve emekçilerine bile ağır faturalar ödetmektedir. AB’nin en gelişmiş ülkelerinde bile işsizlik kabusu ve yoksulluk büyümekte, sosyal ve siyasal haklar gasp edilmekte, ırkçılık ve polis devleti uygulamaları güçlenmektedir. Dolayısıyla bir gericilik odağı olan AB, refahın ve demokrasinin kalesi olmadığı gibi, Türkiye’nin AB aday üyeliği de Türkiye’de “çağdaşlığın ve uygarlığın, refahın ve demokrasinin” yolunu açmış değildir. AB’ye Türkiye’yi kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda daha fazla denetleme ve yönlendirme olanağı sağlayan AB-Türkiye ilişkileri, uzun bir tarihe dayanıyor ve bugüne kadar inişli çıkışlı bir seyir izleyerek yaşanmakta olan bugünkü gerilimli düzeye varmış bulunuyor.
“İlişkilerimizde dönüm noktasına doğru yaklaşıyoruz”
1-2 Ekim 2020 tarihleri arasında AB devlet ve hükümet başkanları özel zirvesi yapıldı. Zirvede tartışılan en önemli konulardan biri de Türkiye ve Yunanistan arasında cereyan eden ve adeta küresel bir boyut kazanan Doğu Akdeniz’deki krizdi. Fransa’nın Yunanistan’ı desteklemek için Doğu Akdeniz bölgesine savaş gemisi göndermesi, ABD’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) için silah ambargosunu kaldırması ve son olarak AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım tehdidi ile Türkiye yalnızlaşmıştı.
Zirveden önce Fransa, Türkiye’nin AB için artık bir ortak olmadığını ileri sürerek Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Avusturya ile birlikte AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulaması gerektiğini savunmuştu. Avusturya ek olarak Türkiye-AB müzakerelerinin askıya alınmasını talep etmişti. Ancak Almanya başta olmak üzere kimi üye ülkeler, Türkiye’nin AB için taşıdığı önemden hareketle yaptırım uygulanmasına karşı çıkmıştı. Bu, zirvenin sonuçlarına da yansıdı. AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen Türkiye yapıcı bir diyaloğa hazır olduğu sürece, AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamayacağını söyledi. Merkel ise Türkiye ile AB arasındaki göç mutabakatının yeni bir aşamaya getirilmesi, Gümrük Birliği anlaşmasının geliştirilmesi ve vize serbestisi konusunun aralık ayına kadar görüşülmesi gerektiğini ifade etmişti.
Fakat tüm bunlara rağmen AB-Türkiye ilişkileri giderek gerildi. Dolayısıyla Avrupa içinde Fransa’nın başını çektiği ülkelerin Türkiye’ye yaptırım ısrarının önü, bugüne kadar Almanya tarafında kesilmişti. Ancak gelinen yerde Merkel de artık “Yaptırımları devreye sokmak zorunda kalacağız” mesajı verdi. Almanya Dışişleri Bakanı Haiko Maas ise, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de provokasyonlara devam etmesi halinde” yaptırım konusunun Aralık ayındaki AB zirvesinde “kesinlikle tekrar gündeme gelebileceğini” belirtti. AB dış politika şefi Joseph Borrell de Türkiye ile dönüm noktasına gelindiğini dile getirdi.
Gelişmelerin bu minvalde seyrettiği bir aşamada Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Paris’te Fransa Cumhurbaşkanı Emanuelle Macron ile bir görüşme yaptı. Pompeo, Görüşmesinin ardından Le Figaro gazetesine yaptığı açıklamada, Fransa ile Türkiye’nin hamlelerinin “agresif” olduğu konusunda mutabık olduklarını söyledi, “Avrupa ve ABD, Erdoğan’ı bu eylemlerinin halkının çıkarına olmadığı hususunda ikna etmek için birlikte çalışmak zorunda” ifadelerini kullandı. ABD’nin de sürece dahil olarak Fransa ile birlikte hareket edeceklerini, Erdoğan yönetimine gösterilecek tavır konusunda AB ile eşgüdüm içinde olacakları mesajını vermesi, Türkiye’yi bunaltmış görünüyor.
Erdoğan’dan manevra, AB’den somut adım talebi
Gelişmeler üzerine Erdoğan bir anda çark etti. Aralık ayı liderler zirvesi öncesi Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği ve ABD ile ilişkiler konusunda açıklamalarda bulundu. Türkiye’nin dostları ve müttefikleriyle daha güçlü işbirliği yapmak istediğini belirtti. Avrupa Birliği’nden Türkiye’ye verdiği sözleri tutmasını bekliyoruz diyen Erdoğan, “Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” dedi. Yanı sıra ekonomik, siyasi ve hukuk alanında reformlar yapılacağına, uluslararası yatırımcıların gelmesi için güvenceler verileceğine ve Türkiye’yi tekrar yatırım yapabilecek ülke pozisyonuna getireceğine ilişkin açıklamalarda bulundu.
Erdoğan, mesajını AB’ye gönderdiği başdanışmanı ve sözcüsü İbrahim Kalın aracılığıyla AB yetkililerine doğrudan iletmeyi tercih etti. Kalın, gittiği Brüksel’de AB şefleriyle ayrı ayrı görüşmeler gerçekleştirerek “Türkiye-AB ilişkilerinin stratejik öneminin giderek arttığı, Türkiye’nin AB’yi stratejik bir öncelik gördüğü” mesajını AB’ye iletti.
Erdoğan’nın “stratejik öncelik” mesajına inanan yok. Konuyla ilgili Euronews Türkçe’ye konuşan AB Komisyon’un üst düzey bir yetkilisi, Erdoğan’ın açıklamalarının günün gereksinime göre oluşan bir retorikten ibaret olduğunu ve hiçbir üye ülkeyi ikna etmediğini, kimsenin bu söylemleri ciddiye almadığını belirterek, “Türkiye’nin son yıllarda attığı adımların hemen hepsi AB’nin değerlerine ve çıkarlarına ters. Sayın Erdoğan’ın söylediklerini ciddiye alan, güvenilir veya kayda değer bulan hiç kimse yok artık burada” açıklamasında bulundu.
Bir Avrupa Konseyi yetkilisi ise, Erdoğan’ın son pozitif mesajlarına ilişkin olarak, “AB liderleri kesinlikle bu son ton değişikliğini fark ettiler ancak elbette biz kelimelerin arkasındaki mesaja bakıyoruz. Geri planda olan bitene dikkat ediyoruz. Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs gibi üyelerin son aylarda yaşadıkları sıkıntılara da bakıyoruz ve onların altını çizdikleri meseleleri de göz önünde bulunduruyoruz…” ifadelerini kullandı. Türkiye ile daha yumuşak, daha toleranslı bir ilişki isteyenlerin bile suratlarına tokat yediklerini gördüklerini de dile getiren yetkili, Erdoğan’ın aslında AB’nin limitlerini ve sabrını sınadığını ileri sürerek, AB’nin de ona limitin ne olduğunu göstermek durumunda olacağını düşündüğünü ileri sürdü. Özetle AB, Türkiye’de “Avrupa’nın bir parçası olmak konusunda samimiyeti gösterecek olan aksiyonlar” bekliyor.
Aslolan AB’nin emperyalist çıkarlarıdır
AB ve ABD, Türkiye’ye yaptırım uygulamak istiyorlar. Bunu elbette ki Türkiye’nin emekçileri, mazlum Kürt ulusu ve azınlıkların yararı adına yapmıyorlar. AB ile yaşanan gerilimlerin ve müzakere sürecinin fiilen dondurulmuş duruma gelmesinin temel nedeni, Türk sermaye devletinin demokrasi, temel insan hakları, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi konulardan uzaklaşıp, faşizmi tahkim etmesiyle bir alakası yoktur. Zira AB ülkelerinin kendileri de söz konusu “değerleri” adım adım tırpanlamaktadırlar.
Uygulanacağı düşünülen yaptırımlar AB’nin Türkiye üzerindeki nüfuzunu daha da güçlendirmek ve bölgesel-küresel programlarını engelsizce uygulayabilmek içindir. AB raporunun ifade ettiği gibi AB’nin derdi, “Suriye ve Kafkaslar’da, Doğu Akdeniz’de AB üyesi ülkelerin çıkarları”dır. Türkiye’nin bu çıkarlar konusunda hoyrat davranması ve sınırlarını aşmasıdır. Zira tekellerin emperyalist Avrupa’sı, dünya ölçüsünde kızışan emperyalist rekabet ve nüfuz mücadelelerinde konumunu güçlendirmek çabasındadır. Dolaysıyla Avrupa Birliği’nin temel hedefi, emperyalist rekabette konumunu güçlendirmek, Türkiye gibi ülkelere emperyalist çıkarlarını dayatmaktır. Avrupalı emperyalistlerle güçlü iktisadi bağlara ve büyük ticari ilişkilere sahip olan Türkiye, imzaladığı anlaşmalarla zaten bir dizi konuda AB’nin etki ve denetimi altındadır. Uygulanacağı muhtemel olan yaptırımlarla bu etki daha da pekiştirilmek istenmektedir.
Zira ekonomik yaptırımlar, izlenecek siyasetin başka araçlarla devamıdır. Yaptırım uygulanan ülke burjuvazisi açmaza alınarak, onun devlet iktidarına istenen doğrultuda adım atması dayatılmaktadır. Fakat uygulanması istenen yaptırımların ciddi olacağı konusunda bir inanç taşınmamaktadır. Emperyalist şeflerin, “Türkiye’de ekonomik istikrarsızlık kimsenin çıkarına değil. Türkiye’de ekonomik refah görmek istiyoruz” ve “Türkiye Erdoğan’dan ibaret değil” demelerinin gerisinde kendi kaygıları yatmaktadır. Yani sorun Türkiye’nin iyiliğini düşünme sorunu değildir. Türkiye’de binlerce AB firması var ve Türkiye’deki yabancı yatırımların yarısından fazlası Avrupa Birliği’nden geliyor. Yanı sıra Türkiye AB için büyük bir yağma alanı teşkil ediyor. Dolayısıyla AB emperyalistlerinin Türkiye’yi bir yana itmesi düşünülemez.
Emperyalist dünya ile bütünleşmenin demokrasi getireceğine ilişkin liberal hayallere karşı olduğu gibi, AB’nin Türkiye’den insan hakları, demokrasi ve refah talep ettiği yanılsamalarına karşı da mücadele edilmelidir. Türk sermaye devletinin bölge halklarına karşı saldırgan ve savaşçı dış politikasına olduğu kadar, emperyalizmin Türkiye üzerindeki köleci egemenliğine karşı da mücadele edilmelidir. Bu, emekçilerin ve toplumun karşı karşıya bulunduğu temel sorunları çözmenin, emperyalizme her türlü bağımlılık ilişkisine son vermenin tek yoludur.