Bir kararname ile Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım atanan Melih Bulu, 15 Temmuz’da yine bir kararname ile görevden alınmıştı. Yerine, zaten rektör yardımcılığı görevini üstlenmiş olan Naci İnci “vekaleten” getirilmişti. YÖK de 2 Ağustos tarihine kadar sürecek rektörlük adaylığı ilanını başlattığını duyurmuştu.
Akademisyenler bu süreçte rektörlüğe aday olanların YÖK’e başvurularının bileşenlerce (sadece akademisyenler tarafından) desteklenip desteklenmediğini belirlemek için, çevrimiçi bir oylama biçimi ile “Güvenoyu” uygulamasını hayata geçirdi. Akademisyenler, “Tüm üniversite bileşenlerini sürece dahil eden yeni bir sistemin uygulanabilmesi için şartların henüz uygun olmadığını düşünüyoruz” açıklaması yaparak, geri bir tutumu temsil ettiler. Öğrenciler ise Melih Bulu’nun görevden alınmasının ardından fiili olarak yine çevrimiçi ortamda “Boğaziçi seçiyor” adı ile üniversite çalışanlarının, öğrencilerin, mezunların ve akademisyenlerin dahil olabileceği bir seçim sandığı oluşturdular. Sürecin en başından beri en temel taleplerden biri olan “Söz, yetki, karar hakkı üniversite bileşenlerine!” talebini hiçe sayan akademisyenler, öğrenciler ile yaşadıkları fikir ayrılıklarına daha da keskinlik kazandırmış oldular. Akademisyenlere Mehmed Özkan süreci hatırlatılarak, “2016’daki tepeden atama biçimine göz yumulduğu için bugün kayyım rektör saldırıları hız kazandı” denildi. “Güvenoyu” uygulamasına rağmen ataması yapılan Naci İnci, kazanımların tavizsiz bir mücadele yolundan geçtiğini bir kez daha göstermiş oldu.
Toplamda 19 öğretim üyesinin adaylığını açıkladığı bu süreçte akademisyenler, sadece Naci İnci (%95 karşı oy) ve Gürkan S. Kumbaroğlu’na (%93 karşı oy) karşı oy vererek, bu iki ismi desteklemediklerini açıkça ortaya koydular. Boğaziçi öğrencilerinin gerçekleştirdiği “Boğaziçi seçiyor” oylamasında ise Naci İnci için öğretim üyeleri %95, mezunlar %89, öğrenciler %83, çalışanlar %62 ret oyu kullandı. Tüm bu sonuçların ardından, 12 Ağustos gecesi yine bir Resmi Gazete’de yayımlanan karar ile Naci İnci, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü görevine tepeden atandı. Atamanın ardından akademisyenler diğer 17 adayın YÖK tarafından mülakata dahi çağırılmadığını açıkladılar. Henüz “vekaleten” rektörlük koltuğunda oturuyorken ilk icraatı kayyıma sırtını dönen akademisyenlerden Feyzi Erçin ve Can Candan’ın görevine son vermek olan Naci İnci ise şu sıralar yaptığı açıklamalar ile “Boğaziçi kültürüne” uygun bir imaj yaratmaya çalışıyor.
15 Temmuz’da Melih Bulu’nun görevden alınmasının ardından Boğaziçi öğrencileri tekrardan anlamlı bir duruş sergileyerek bir kent meydanı çağrısı yapmış ve Melih Bulu’nun yerine gelecek hiçbir kayyım rektörü kabul etmeyeceklerini, taleplerinin yalnızca Melih Bulu’nun gitmesi üzerinden değil, tüm kayyım rektörlerin istifası olduğunu bir kez daha ilan etmişlerdi. Hatta gelinen noktada yalnızca kayyım rektörlere değil, belediyelere atanan kayyımlara karşı, kısacası kayyım düzenine karşı direnişlerini sürdüreceklerini açıklamışlardı.
Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin karar ve taleplerini hiçe sayan sermaye devleti, bir kez daha kayyım rektör ataması gerçekleştirerek özek-demokratik üniversite için sürdürülen mücadeleye ket vurmak istedi. Üniversitenin dışından atadığı kuklasını geri çeken devlet, tıpkı 2016 yılında Mehmed Özkan sürecinde olduğu gibi şansını üniversitenin içinden bir kukla ile denemek istiyor.
Rektör seçimleri tarihine kısa bir bakış
1946-1980 yılları arasında rektörler seçimler ile belirlenirken, 1980 askeri darbesi ile YÖK’ün kurulmasının ardından, rektör atamaları Cumhurbaşkanı tarafından yapılmaya başlandı. 1992 yılında bu uygulamada tekrardan değişikliğe gidilerek yine üniversitenin tüm bileşenlerinin dahil edilmediği, rektör adaylarının öncelikle profesörler tarafından seçim ile belirlendiği, sonra YÖK’e ardından da Cumhurbaşkanına iletildiği bir süreç işletilmeye başlandı.
Sermaye devletinin başına geçen her iktidar gibi hedef tahtasına öncelikli olarak gençliği oturtan AKP iktidarı da gençliğe yönelik çok köklü saldırıları hayata geçirdi. Eğitimde dinci-gerici ideoloji ekseninde yaşanan dönüşümün ve ticarileşmenin hız kazanması için elinden geleni ardına koymayan dinci-gerici iktidar, dilinden düşürmediği “kültürel egemenlik” hedefine ulaşmak için üniversitelerin yapısını tahrip eden birçok saldırı gerçekleştirdi. Böylelikle 12 Eylül darbesinin artığı bir uygulama olan tepeden rektör atamaları tekrardan başladı. 2016 yılında AKP, Cumhurbaşkanına doğrudan rektör atama yetkisi veren bir kanun tasarısını Meclis’e sundu. Bahaneleri hazırdı: “Rektörlük seçimlerinin haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve çekişmelere yol açtığı...” Muhalefetin itirazı üzerine tasarı geri çekildi. Ardından KHK silahına sarılan iktidar, kararı yürürlüğe koydu. Yapılan bir araştırmaya göre, on yıl önce hiç ilahiyat mezunu rektör yokken, 2016’dan sonra Türkiye’deki her 37 ilahiyat profesöründen biri rektör oldu.
Boğaziçi Üniversitesi’ne dönecek olursak... 2016 yılında zaten rektör olan Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu rektörlük seçimlerinde %86 kabul oyu almışken, Resmi Gazete’de yayınlanan karar ile Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne Mehmed Özkan getirildi. O dönemde de Boğaziçi öğrencileri protestolar gerçekleştirdiler. Ancak akademisyenler ve öğrenciler arasında yaşanan fikir farklılığı gibi etkenler hareketin sönümlenmesine neden olmuştu. Mehmed Özkan ise Melih Bulu’nun atanmasının ardından pişkince kendisini meşru gösteren şu açıklamaları yapabilmişti: “Ben atanırken protesto edilen şey, yöntemin kendisiydi. Beni protesto edenlerin sayısı şu anki sayıyla karşılaştırılacak düzeyde değildi... Bana yönelik protesto bir hafta sürdü.”
Bu daha başlangıç mücadeleye devam!
Boğaziçi öğrencileri kamuoyuna yaptıkları her açıklamada, tüm kayyım rektörlerin istifası ve tüm bileşenlerin dahil olduğu rektörlük seçimleri taleplerinin arkasında kararlılıkla durduklarını her defasında gözler önüne seriyor. Bu sürecin Mehmed Özkan sürecindeki gibi hemen sönümlenmeyeceği açık. Nitekim direniş sekizinci ayını geride bırakmak üzere. Öğrenciler, atanan bir rektörün içeriden ya da dışarıdan olmasında değil, topyekun AKP iktidarının üniversitelere yönelik pervasız saldırılarında, toplumun gözünde iyice teşhir olmuş kayyım politikalarında görüyor sorunu. Kısacası direniş, tepeden atanan kişilerin kimliğinden ziyade, AKP iktidarının üniversiteleri teslim almaya yönelik saldırılarına karşı biriken öfkenin sonucu olarak ortada duruyor.
Boğaziçi Dayanışması’nın “AKP elini Boğaziçi’nden çek!” başlıklı son açıklamasında, “Öz yönetimi tesis etmek, kayyumların karşısına örgütlü bir biçimde dikilebilmek mecburiyetindeyiz” denilerek, tüm üniversitelerin öğrencilerine öğrenci meclislerini örgütleme çağrısı yükseltildi. Açıklamada, “Naci İnci, hükümetin bütün kurumları ele geçirmeyi hedefleyen baskı ve sindirme politikasının son halkasının yeni piyonudur” denilerek, akademisyenlere de seslenildi. Diğer bileşenleri dışlayıcı tutumlarından kaynaklı “Melih Bulu’nun gitmesi ile doğan tüm bileşenler ile yönetme iradesinin ortaya konulabileceği tarihi fırsatın” geri itildiği vurgulandı. “Boğaziçi Üniversitesi’nde başlayan direniş dışarı taşmalı, demokrasi mücadelesi veren diğer kesimler ile birleşmelidir... Kayyuma karşı direnişin yolu iktidar ile uzlaşmak veya pasif eylemliliklerle ortaya çıkıp mücadeleyi sönümlendirmek değildir. İrademizi yok sayan her kim olursa olsun karşısında duracağımızı bir kez daha tekrarlıyoruz” denilen açıklama ileri bir tutumu sergilediği gibi, mücadelenin de kararlı bir şekilde sürmeye devam edeceğini gösteriyor.
Boğaziçi direnişi kitleler üzerinde ilk günlerdeki gibi bir etkiyi doğalında yaratamıyor, ancak direnişin okul içinde de olsa sürmesi ve gösterilen iradi tutum, sürecin gençlik açısından yeni hareketliliklere gebe olduğuna ve önemli potansiyeller barındırdığına işaret ediyor.
M. Nevra