Kapitalist dünyanın, enerji kaynağı olarak petrole olan bağımlılığı hala da devam etmektedir. Dünyadaki petrol rezervinin %74’ü Ortadoğu’dadır ve bunun en büyük kısmı (250 milyar varil) da Suudi Arabistan sınırları içinde bulunmaktadır.
Ortadoğu’da cetvelle çizilmiş yapay sınırlar, kardeşler arasında bölünmüş ülkeler ve bağımlılık ilişkileri, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde o dönemin emperyalist güçleri olan İngiliz ve Fransızlar’ın yaptıkları Sykes-Picot Anlaşması ile belirlenmiştir. 104 yıllık bu anlaşma ne yazık ki hala da güncelliğini korumaktadır. Bölgede sınırları cetvelle çizilen ve yoktan var edilen ülkelerin başında ise Suudi Krallığı gelmektedir. Kuruluş mayasında her türlü sahtekarlığın var olduğu bu devlet, onu yoktan var edenlere itaati kuruluş felsefesi yapmıştır. Tam da bu felsefenin 100 yıllık işbirlikçi mantığı sayesindedir ki bölge halkları ve coğrafyası emperyalistlerin elinde bir laboratuvara dönüştürülmüştür.
Kara elmasın (petrol) bulunduğu 1930’lu yıllara kadar varlık sorunu yaşayan Suudi Krallığı, petrolün sağladığı olanaklarla kendisini çok hızlı bir biçimde toparlama olanağı bulmuş ve bölge ülkeleri üzerinde nüfuz oluşturma hamleleri yapmaya başlamıştır. Ülkede biriken zenginliğin sağladığı olanaklar üzerinden de kendisini bölgenin doğal sahibi saymış ve bu siyasal eğilimin egemen olduğu bir dış politika yürütmeyi kendine hak görmüştür. Bu eğilim bütün zorluklarına ve çıkmazlarına rağmen hala da Suudi Krallığı’nın vazgeçmediği ve buna niyetli de olmadığı bir tür varoluş mantığıdır.
Suudi Krallığı bir çeşit aşiretler konfederasyonundan oluşmaktadır. Oldukça kirli ve entrikalarla dolu iç iktidar mücadelesinin eksik olmadığı ülkede, bölgeler arasındaki çekişmeler ve mezhep farklılıklarından kaynaklı sorunlar süreklilik taşımaktadır. Örneğin ayrılıkları tarihe dayanan Hicaz ve Necid bölgeleri birbirinden nefret eden, aşağılayan bir parçalanma halinin ifadesidir. Keza Kızıldeniz hattı boyunca ülke nüfusunun %15’ni oluşturan batıdaki Şii topluluk, zaman zaman İran’la olan çekişmenin en ağır faturasını ödemek zorunda kalmaktadır. Bu sorunlar, faturası ödenemeyecek denli ağırlaşan Yemen savaşıyla beraber derinleşmekte ve yönetilemez bir hale gelmektedir.
Suudi Krallığı aynı zamanda bölgedeki komşularıyla, yani Körfez ülkeleriyle en fazla sınır anlaşmazlıkları yaşayan ülkedir. Öyle ki Suudi Arabistan ile istisnasız bütün Körfez ülkeleri arasında sınır anlaşmazlığı vardır ve bu anlaşmazlıklar -Yemen hariç tutulursa- sıcak bir çatışmaya dönüşmeden emperyalistlerce engellenmiştir. 1930’lu yıllarda olası çatışmaları İngiltere, 1970’li yıllarda ise ABD, sömürgeci çıkarları adına engellemeyi tercih etmişlerdir. Suudi Arabistan’ın yine son yıllarda Katar’la yaşadığı anlaşmazlık, keza ağababası ABD’nin ve bölgedeki dengelerin dizginlediği sürtüşme ve gerilimler de aynı mantık silsilesinin ürünleridir. Kurulduğu ilk günden itibaren emperyalist devletlerin “koruyucu kanatlarını” üzerinde eksik etmediği Suudi Krallığı, bölgenin can damarlarına şırınga edilmiş bir zehir gibidir. Kapitalist-emperyalist dünyanın belirleyici aktörlerinin yer değiştirmiş olması bölgenin kaderi açısından zerre kadar bir öneme haiz değildir. Yüzyıl önce İngiltere ve Fransa ne idiyse bugün de ABD emperyalizmi ve hempaları aynı şeydir.
Suud ailesinin bağlı olduğu Vahhabi-Selefi inanışı ve ülkenin monarşik baskıcı yönetim biçimi, siyasi yaşamın ve toplumsal hayatın her boyutunu kontrol etmekte ve etkilemektedir. Elindeki devasa petro-doların gücüyle toplumsal hayatı ve iç çelişkileri yönetmenin düne kadar kısmi bir kolaylığı olsa da giderek bu olanakların azaldığı ve hatta sonuna gelindiği görülüyor. Gerici siyasal yaşamı kolaylaştıran ekonomik dengeler petrol fiyatlarındaki rekabet yüzünden her an farklı bir mecraya savrulma potansiyeli taşımaktadır. Ayrıca Yemen savaşının yaratmış olduğu 300 milyar dolarlık ek bir külfet, bu krizi daha da derinleştiren bir role sahiptir.
Ülkedeki yönetim aygıtı üzerinde gücü tartışmasız olan Suudi veliaht prens Muhammed bin Salman, daha babası Riyad valisi iken bu yönetim aygıtının bir dişlisi olarak yönetim basamaklarını çok hızlı tırmanmış ve nihayetinde bütün dizginleri eline almış görünüyor. Babasının, oğlu için yolu asfaltladığı ve olası engelleri acımasızca imha ettiği herkesin malumudur.
Yalnız bu kez sorun Vahhabi aklının çok da almadığı yerden patlak vermiş oldu ve sünepe kılıklı bir sürü yönetici ne yapacaklarını bilmez bir haldeler. Bütçe açığı petrol fiyatlarındaki gerilemeyle beraber 112 milyar dolara çıkmış bulunuyor ve Arabistan’ın OPEC içinde Rusya ile karşı karşıya geldiği derin anlaşmazlık hali çok sürdürülebilir görünmüyor. Kaynaklar tükendikçe, keza modernize edilmiş inanç turizminden elde edilmesi planlanan ve toplam bütçenin %20’sine denk düşen gelirler de olmayınca, Prens Salman’ın “2030 Gelecek Vizyonu” ve yeni bir “Quo Vadis”i yaratma çalışmaları da bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş oluyor. Ayrıca altyapı çalışmalarının neredeyse tamamı durdurulmuş durumdadır. İki yıl önce %5’ten %15’e çıkarılan vergilerin yeniden yükseltileceği dillendiriliyor. IMF, ülke ekonomisine ilişkin tahmininde %3’lere varan bir ekonomik daralma öngörüyor ve kemer sıkma politikalarının kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor.
Büyük umutlar ve neon ışıkları altında dünya kamuoyuna reklam edilen Prens Muhammed Bin Salman, Yemen’de içine düştüğü çaresizlik ve bataklıktan kolayından kurtulacağa benzemiyor. Faturası artık ödenemez hale gelen savaş dolayısıyla ve petrol fiyatlarındaki hızlı düşüş nedeniyle müttefiklerini savaşın faturasına ortak etmek için Birleşmiş Milletler’e yaptığı başvurudan da bir sonuç çıkmış değil. Çıkması da muhtemel görünmüyor. Yine büyük umutlar bağladığı Kızıldeniz kıyısına inşa edilecek olan 500 milyar dolarlık Neom Şehri projesi de tozlu rafları boylamak zorunda kalmıştır. Ülke ekonomisi için ve ekonominin petrole olan bağımlılığını azaltmak adına yapılmış planların tamamı yurtdışından beklenen yatırımların gelmemesinden ötürü durmuş bir vaziyettedir. Derinleşen ekonomik kriz ve yaratacağı sonuçlar Vahhabi dünyasını uykusuz gecelere mahkum etmiş görünüyor. Çiçeği burnunda Prens’in ve onun ham hayallerine kapılıp, Körfez ülkelerini etkisi altına alarak bölgenin süper gücü olacağına inanan Vahhabi aklının, Bedevi çölünde daha çok halüsinasyon görmesi işten bile değildir.
Körfez ülkelerinin hemen tamamında ve özellikle de Suudi Arabistan’da devlet ve halk arasında bir çeşit yazılı olmayan sözleşme vardır. Bu sözleşmenin en karakteristik yanı, devletin (buradaki devlet aygıtları daha çok monarşik bir yapıya denk düşer ve elit bir politik azınlık tarafından yönetilirler) vatandaşların asgari ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmiş olmasıdır. Petrol gelirleriyle bu zamana dek bu ihtiyaçları karşılamak büyük bir yekûn tutmuyordu. Ne var ki son iki yılda azalan petrol gelirleri artık bu sözleşmenin bittiğine ve kemer sıkma politikalarına geçildiğine işaret etmektedir. Ekonomik girdilerdeki azalmayı sarayın tepesini tutan soytarılar arasındaki iktidar krizi takip etmekte ve toplumsal düzlemdeki parçalanmayı ise komşuları ile aralarında derinleşen çatışma hali tamamlamaktadır.
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki emperyalist işbirlikçi karakteriyle Suudi Krallığı ve onun temsil ettiği Vahhabi inanç dünyası, bütün bir Ortadoğu coğrafyasının kaderiyle oynayan, bölgenin kalbine saplanmış zehirli bir hançerdir ve sökülüp atılmalıdır. Başından sonuna emperyalist bir projedir ve bölgedeki zenginliğin emperyalist metropollere taşınmasının taşeronudur.
Sözünü ettiğimiz yazılı olmayan sözleşmenin bir tarafını tutan bu taşeron monarşistler sorumluluklarından sessiz sedasız çekiliyor ve ardından da koca bir enkaz bırakıyorlarsa, sözleşmenin diğer tarafını temsil eden ve daha da yoksullaşacak olan halkın da söyleyecekleri olacaktır. Olası bir halk isyanı durumunda ise bu hem Suudi Krallığı hem de Körfez ülkeleri payına bir son tango anlamına gelecektir.